Gümüşlük Akademisi Bahçeyazı Okuma Grubu olarak Oğuz Atay'ın yapıtları arasından ilk önce (2015) "Korkuyu Beklerken" adlı öykü kitabını okuyup, konuştuk. Daha sonra 2016 yılında bu kez İstanbul grubumuzda bu öykü kitabına ek olarak yazarın "Bir Bilim Adamının Romanı" adlı yapıtını da ekledik ve irdeledik. Yazarın "Tutunamayanlar" adlı kült romanını ise 2017 yılında yaz dönemi etkinlikleri arasında hafta içi hergün bir saat buluşup toplu olarak birlikte okuyup üzerinde konuştuk.
Sitemizde yazarın bu üç yapıtına ait bilgilere ve yazılara yer vereceğiz. Korkuyu Beklerken: (1975)
Beyaz Mantolu Adam adlı öyküsünde tuhaf bir adam anlatılır. Aslında bu adam Atay'ın Tutunamayanlar romanında anlattıklarından birisidir belki de. Toplum tarafından ötekileştirilen, ama onun açısından bakılacak olursa, topluma karışmak, bulaşmak istemeyen bir adam anlatılır. Tuhaftır, çünkü sırtında beyaz bir kadın mantosuyla dolaşmaktadır. Bir dilenci değildir ama görünümü öyledir. Öykü boyunca hiç konuşmaz ve tepki vermez. Kim olduğu, neden böyle yaptığı da anlatılmamaktadır. Bir gün bir plaja gider ve denize yürüyüp, kaybolur gider.
İkinci öykü olan "Unutulan'da ise bir hikâyenin kahramanı bir kadındır. Tavan arasında eski eşyalar, döküntüler arasında anılarını yaşamaktadır. Aranırken eski sevgilisinin ölüsünü bulur. Adamın şakağında bir kurşun deliği ve elinde bir tabanca vardır. Anlatılan gerçekle hayalin sınırlarında dolaşmaktadır. Kadınla kocası bir gün kavga etmişler, adam tavanarasına çıkmış, kadınsa evi terketmiştir. Aradan uzun bir zaman geçmiş, unutmuştur. Aradan uzun bir zaman sonra geçtiğinde unuttuğunu fark eder kadın. Ölümün nasıl olduğu, ölen ve öldürenin kim olduğunu. Gündelik yaşam ve yinelenen ritüeller sırasında bir kaybolma ve unutma hikâyesi gibi de okunabilen bir öyküdür.
Kitaba adını veren "Korkuyu Beklerken" adlı öyküde de aslında aynı tema bir başka boyutuyla sürmektedir. Yine herşeyden, özellikle toplumdan kaçan bir adam vardır bu öyküde. Bir gün kendisine bir mektup gelir. Bunu çözmek için uğraşır ancak yapamayınca ölü diller uzmanı bir arkadaşından yardım ister. Onun dediğine göre gizli bir mezhepten gelen bu mektupta, alındığı andan itibaren kesinlikle evden dışarı çıkmaması emredilir. Bunun üzerine evine kapanır, aç bilaç evde yaşarken bankadan kendisine ikramiye çıktığını öğrenir. Tam o sırada bir de
yandaki inşaat dolayısıyla evin yıkılma tehlikesi başgösterir. Açlıktan ölmeyi bile beceremez. Ama sonunda teslim olur. Bir akıl hastanesine yatmak ister. O sırada gazetelerden birinde UBOR – METENGA (Üstün Yol) adlı gizli mezhep üyelerinin yakalandığı haberini okur. Bunun üzerine dışarı çıkar, bir süre tanıdıklarında kalır. Düzene uymaya, onların istediklerini yapmaya, evlenmeye karar verir, bir de kız bulur üstelik. Ama korkusundan bir türlü kurtulamamaktadır. Çeşitli insanlara tehdit mektupları yazar. Ancak bu insanlar günlük yaşamlarını sürdürmeye devam ederler, evlerine kapanmazlar. Sonunda karakolu arayıp kendisini ihbar eder. "Kimseden korkum yok" cümlesini eklediği aslında kendisine gelen mektupta yazılanları yinelediği mektupdur bunlar. Belki kendisine gelen de onlardan birisidir.
Sonraki öykü olan "Bir Mektup" oldukça ilginç bir öyküdür. Bu öyküde anlatılan kahraman da öncekilerde olduğu gibi bir tutunamayan'dır aslında. Diğer yandan bir şizofrenin hezeyanlarını çok doğru bir şekilde anlatmasıyla da dikkât çeker. Öyküde hikâyenin kahramanı bir içki meclisinde bir adamla tanışır. Adam o sırada lâfın gelişine uygun bir şekilde bir iş vaadinde bulunur. Ne var ki o bu vaadi ciddiye alarak adamın bürosuna gider. Sonra da adama bir mektup yazar, işin başında mektubu göndermeyi düşünmez. Bu mektup bir çeşit iç boşaltma, kendini rahatlatma amacıyla yazılmıştır. Kahraman mektubunda işi dalkavukluğa vuracak derecede iltifat eder. Lüzumsuz bir şekilde köpeğinden, kendisinden, yaşlı sevgilisinden bahseder. Mektubu bitirmenin zamanı geldiğini düşünerek asıl söylemek istediğini söyleyemeden bir sürü gereksiz ve patronunu ilgilendirmeyen şeyler anlatarak mektubunu bitirir.
Kitabın beşinci öyküsü olan "Ne Evet Ne Hayır" öyküsünde de yine bir mektup vardır. Bu kez mektup umduğu karşılığı alamayan bir aşığın kaleminden çıkmaktadır. Yirmidört yaşında öykü kahramanı bir gazetenin gönül köşesinde okurların dertlerine çare bulmaya çalışan bir gazeteciye gönderir mektubunu. Aslında aşkından kaynaklanan kırgınlığı dile getirmektir amacı, aşık olduğu kıza sevgisini ifade etmiş o ise "ne evet, ne hayır" demiştir. Öykü bu umutsuz aşkın hikâyesidir.
Kitabın farklı bir hikâyesi olan "Tahta At" bir milletvekili oğlu olan, yirmiyedi yaşında Tuğrul Tuzcuoğlu'nu anlatmaktadır. Bir kasabanın tanıtımı ve bilinir hâle gelmesi için kasabaya bir tahta at yapılması planlanır. Bağış, katkı ve desteklerle tahta at yapılır. Tahta atın bitimi nedeniyle düzenlene bir kutlama gecesinde Tuğrul Tuzcuoğlu elindeki tüfeğiyle ortaya çıkar ve orada onalara doğrultur ve sonrasında olanları anlatır. Öykü gerek kurgu gerekse seyri bakımından Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nin bir başka versiyonu gibidir. Bir farkla ki bu kez yapılana yönelik itiraz içerdendir.
"Babama Mektup" başlıklı hikâyenin, bir hikâye mi yoksa Atay'ın babasına yazdığı ve hiç yollamadığı bir mektup mu olduğu tartışması uzun yıllardır yapılmaktadır. Burada öykünün kahramanı iki yıl önce ölmüş babasına bir mektup yazarak, onunla benzerliklerini vurgular. Burada aslında yapılmaya çalışılan, kendisi de bir "tutunamayan" olan mektubu yazanın kendisine bakması ve değerlendirmesidir.
Son öykü olan "Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya" edebiyatımızın ve Atay'ın en ilginç öykülerinden birisidir. Öyküde ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasının demiryolu istasyonunda çalışan üç hikâyeci anlatılır. Bu öykücüler genç bir adam, bir Yahudi ve genç bir kadındır. Yaşamlarını bir tür memur gibi "seyyar hikâyecilik" yaparak sürdürmektedirler. Hikâyecilerin istasyon dışındaki dünya ile ilişkileri neredeyse yoktur. İstasyonda kendilerine ayrılan odaları vardır. Onlar burada istasyona gelen kişilere kısa hikâyeler yazmakta ve satmaktadırlar. Sanki demiryolu idaresinin kadrolu memurlarıdırlar. Genç erkek olan "memur hikâyeci" tanımlamasını kabul etmez. Bir sanatçı olarak nitelendirilmek ister. Yolcular ise hikâyelere pek ilgi göstermemektedirler. Bu bakımdan da işleri ve kazançları azdır. Başka yapacak işleri de yoktur ve çok zor şartlar altında işlerini sürdürmektedirler. Gerektiğinde kelimeleri aramak için sözlük bile bulamazlar. Her gün yazmak zorunda oldukları hikâyelerinde, hikâyelerinin dışında kalan kelimeleri pek hatırlamazlar. Hasta olan Yahudi hikâyeci bir gün ölür. Hikâyenin kahramanı ise genç hikâyeci kadına âşık olmuştur. Ancak bir süre sonra genç hikâyeci kadın da istasyonu terk eder. Yalnız kalan genç hikâyesi, yazdıklarını satamasa da yazmaya devam eder. Hikâye "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" cümlesiyle son bulur.
Bir Bilim Adamının Romanı:
Oğuz Atay'ın, İstanbul Teknik Üniversite'de hocası Mustafa İnan'ın hayatını kaleme aldığı bir biyografik romandır.
Romanda iki izlek vardır. Bunlardan ilkinde yazarın kendisi olarak da düşünülebilecek genç bir öğretim görevlisine Mustafa İnan'ın yaşam öyküsünün yazması önerilir ve bu öneriyle ilgili gelişmeler, onun hocasıyla benzer yönleri ele alınıp tartışılmaktadır. İkinci izlek ise doğrudan doğruya Mustafa İnan'ın yaşam öyküsüdür. Biyografi olan kısım da asıl olarak iki ayrı başlıkta ele alınabilir. Bunların birincisinde İnan'ın doğumundan eğitim hayatı bitene kadarki dönem dile getirilir. Oldukça sıkıntılı ve olanaksızlıklar içinde geçen bu dönem, bir anlamda bir toplumsal panorama oluşturur. İkinci bölüm ise Mustafa İnan'ın hocalığından ölümüne kadarki dönemi ele alır.
Roman, Mustafa İnan'a benzeyen genç bir insanın Fen Fakültesi'ne giriş sınavının sonuçlarını öğrenmek için beklediği bir kuyrukta başlar. Kuyruktaki diğer öğrenciler, çocuğa taşralı olarak bakmakta; onun sınavı kazanamayacağını düşünmektedir. Yan blokta ise Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu' ödülleri dağıtılmaktadır. Orta yaşlı bir adam çocuğun yanına gelir. Bilimle uğraştığı belli olan bu orta yaşlı adam, Mustafa İnan'dan bahseder çocuğa. Törende 'Bilim Hizmet Ödülü' ölümünden dört yıl sonra Mustafa İnan'a verilecektir. Törende çocuk, Mustafa İnan hakkında pek çok şey öğrenir. Aslında biyografideki ilk anlatı bu eski öğretim öyesinin anlattıklarıyla başlar ve ara ara yine onun anlatımlarıyla sürer. Arada İnan'ın çevresindeki diğer insanların söylemleri, hattâ bizzat Mustafa İnan'ın kendisi de konuşur, yaşadıklarını ve yaptıklarını anlatır. R
omanda Mustafa İnan'ın dünyaca tanınan bir (araştırmacı) bilim insanı olma sürecinde yaşadığı güçlükler ve bu güçlüklere rağmen ahlak ve kişiliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olması ele alınmaktadır. Atay bu romanda, İnan'ın eylem ve söylemlerinden yola çıkarak, aslında tüm boyutlarıyla üniversite ve bilim üretme, öğretme süreçlerini, kıyaslamalarla üniversiter tutumu ve bunun bu ülkedeki algılanış biçimini eleştirel bir gözle anlatmaktadır. Kitabın sonunda İnan ve ailesinin fotoğrafları da yer almaktadır. Yapıt her ne kadar "roman" adını taşısa da burada da bir tür alegori, bir anlamda "hayatım roman"a yönelik bir hiciv unsuru olarak düşünülebilir. Atay'ın ironik tarzı bu yapıtta da gözlense de "edebi bir roman" olarak oldukça onun yazım çizgisinin oldukça gerisinde olduğu gözlenmektedir.
Tutunamayanlar: (1973)
1970'de TRT tarafından açılan bir yarışmada bir jüri üyesinin son anda belirttiği bir destekle ödül alan bir roman hâline gelen "Tutunamayanlar" romanı, uzun süre yayınlanamaz, daha sonra yayınlanır ama bu kez de pek ilgi görmez. Ancak 12 Eylül sonrasında, seksenli yılların ortalarında yeninden gündeme gelir, yeni baskıları yapılır ve bir kült eser olarak türkiye romanının köşe taşlarından birisi olarak kabul edilir. Çok okuyan bir yazar olarak Oğuz Atay'ın bu yapıtının dayandığı noktaların sayısının çok olduğu söylenebilir. Ancak doğrudan ilişkilendirilebileceği iki yazardan birisi Dostoyevski ve onun ünlü yapıtı "Suç ve Ceza", diğeri ise Ahmet Hamdi Tanpınar ve yine onun aslında benzer bir dönem okuması olan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"dür. Her iki romanın asıl kahramanları, Raskolnikov ve Hayri İrdal bir anlamda "tutun(a)mayanlar"ın öncülleridir. Her ikisinde de ciddi bir birey, toplum ve sistem eleştirisi söz konusudur. Bunlardan ilki bir trajedi ya da dram olarak, diğer ise bir "komedi" olarak birer "klasik" roman sayılırken, Atay'ın romanı içinde tüm bu yanları da taşımakla birlikte eklediği bir başka önemli boyutla "ironik" yaklaşımıyla "postmodern" ifadenin somutlaşmış bir örneği olarak kabul edilebilir. Romanın içinde postmodern anlatının diğer unsurları da oldukça açık ve yoğun bir şekilde yer almaktadır. Onu farklı ve önemli kılan unsur ise budur.
Atay'ın son gecesi ilginçtir:
Bir dostlarının evindedirler. Atay bir ara banyoya girer, uzunca bir süre çıkmaz, içerdekiler seslenirler. Atay, 'sevinmeyin daha ölmedim' karşılığını verir. Sonra yine sessizlik, yine bir merak banyoya koşarlar. Bu defa ölmüştür. Yani son sözleridir, 'sevinmeyin daha ölmedim'.
Oğuz Atay'ın "Tehlikeli Oyunlar" romanında kahramanı için söylediği, bu çocuk ölürken de şaka yapacak sözleri ironik bir şekilde kendisi için de geçerli olmuştur.
Oğuz Atay'ın edebiyat alanındaki ilk eseri 1970 yılında TRT Roman ödülüne layık görülen ve Sinan Yayınevi tarafından iki cilt halinde basılan "Tutunamayanlar" adlı roman olmuştur. Böylesine saygın bir ödülle onurlandırılmasına rağmen, roman ilk yıllarında yeterince ilgi görmemiştir. Atay'ın ikinci romanı "Tehlikeli Oyunlar" 1973'te yayımlanmıştır.
Oğuz Atay'ın Yeni Dergi ve Soyut'ta çıkan hikâyeleri 1975 yılında "Korkuyu Beklerken" ismi altında kitaplaştırılmıştır. Gümüş bu hikâyelerin aslında edebiyatımızda ayrıksı bir yeri olmasına rağmen hep "Tutunamayanlar"ın gölgesinde kaldığını söyler. Yine 1975 yılında "Bir Bilim Adamının Romanı" yayımlanmıştır.
Romancı ve hikâyeci kişiliğinin yanı sıra Atay tiyatro alanında da eser vermiştir. Atay'ın sağlığında sahnelenemeyen "Oyunlarla Yaşayanlar" adlı oyun, 1979/1980 döneminde Devlet Tiyatrosu oyun programına alınarak Türk tiyatro tarihinde başarılı bir yer edinmiş ve daha sonra 1985 yılında ise kitap olarak yayımlanmıştır.
Atay'ın 1970'den 1977'ye kadar tuttuğu günlüğü, 26 Ocak 1984 tarihinde başlayarak yedi gün süre ile Milliyet Gazetesi'nde yayımlanmış ve 1985'te kitap haline getirilerek yayımlanmıştır.
Atay ömrünün son yıllarında "Eylembilim" isimli romanına başlamışsa da, ilerleyen hastalığı yüzünden tamamlayamamıştır. Yarım kalmış romanının bir bölümü önce bulunamamış, fakat daha sonra "Eylembilim" bu eksik haliyle 1992'de "Günlük"ün sonunda yer almıştır. İlerleyen yıllarda metnin kayıp kısmına ulaşılmış ve "Eylembilim" 1998'de kitaplaştırılmıştır.
Atay, çok yönlü biri olarak bilimden edebiyata, sanattan dile, felsefeden psikolojiye kadar geniş bir yelpazede ilgi alanına sahiptir. Eserlerindeki kahramanların bilinçleri de toplumun tarihinden kaynaklanan karmaşasını yansıtan bir hercümerç içindedir. Atay eserlerinde birey insanın içinde, derinlerde bir yerlerde yaşadığı bu kimlik karmaşasını yansıtmak istemiştir. Bizlerin ancak yenilerde tartışmaya başlanan kimlik sorunsalı/duygusu o yıllarda çoktandır Atay'ın yazısının debisini oluşturmuştur. Bu amaca uygun olarak Atay'ın eserlerinde olay ve dekor arka planda kalırken asıl ışıklandırılan, kişilerin düşünce süreçleridir. Atay'ın romanının çok katmanlı yapısında topluma yönelik eleştirinin yoğunluğuna karşın, ana sorunsal bireye yöneliktir, ontolojiktir.
Romancılığında, kurgu teknikleri ve biçim açısından James Joyce, Marcel Proust ve Franz Kafka gibi modernist yazarlardan çok etkilendiği. Eserlerinde dış dünyayı olduğu gibi aktarmak yerine, anlattığı kişilerin iç dünyalarına yönelir. Metinleri, geleneksel ölçütlerle değerlendirilmesi olanaksız ve kaygan bir zemin üzerinde yükselirler. Çeşitli disiplinlerin, ontolojik katmanların eş zamanlı bir birliktelik içinde var olduğu, konusal içerik yığınından çok, özgür bir kompozisyon gücüne dayalı metinlerdir. İlk okunduğunda dağınık görünen ayrıntıların, yapıtlarının bütününde titizlikle seçilmiş birer malzeme oldukları ve ustaca örüldükleri görülür. Atay'ın üslubuna şekil veren belli başlı etkenler ilk bakışta şöyle sıralanabilir:
Dil devrimi ile dorukta yaşanan eski dil-yeni dil, dilde milliyetçilik tartışmaları, ikinci dünya savaşının bireyin zihninde açtığı kapanmaz yaralar ve bunun sonucunda bireyin, yaşamın anlamsızlığı-saçmalığı düşüncesine yaklaşması, 1950'li yıllarda yaşanan çok partili rejime geçişin sancıları, sağ-sol ideolojilerin kısır çekişmesi, ihtilaller ve nihayet bu toz duman ortamda köşeli düşünmekten kendini alamayan ve bunun için derin düşünemeyen şaşırmış aydının psikolojisi.
Böylesine karmaşık bir art alan üzerinde yükselen Atay'ın anlatısı, geleneksel roman kalıpları ve dilinin dışına çıkarak söyleyeceklerini yeni, alışılmadık ve sarsıcı bir şekilde söylemeyi seçmiştir. Atay'ın yol açtığı bu sarsıntı hâlâ sürerken, kendisi aramızda olmasa da, eserleri yine yeniden keşfedilmeyi beklemekte ve okuruyla bir iletişim kurmanın özlemiyle Atay'ın "hikâye satıcısı" tüm içtenliğiyle sormaktadır: Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? (Kaynak: H. Mustafa Dönmez, Hermann Hesse'nin 'Bozkırkurdu' Romanı ve Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' Romanında Kimlik Sorunu" başlıklı Yüksek Lisans tezindeki biyografi bölümü.2010)
Yapıtları:
Bazı kaynaklar:
Filmler:
Yazılar:
Kitaba dair bazı yazılar:
Yazar ve yapıtla ilgili bazı yayın ve dokümanlar facebook grubumuzun dosyalar bölümünde de yer almaktadır. |