Kör Baykuş Farsça adı "Bûf-e kûr" olan bu kısa roman(novela) İranlı yazar Sâdık
Hidâyet tarafından 1936 yılında yazılmıştır. Yazarın başyapıtı olarak kabul edilmektedir.
Kör Baykuş , Sâdık Hidâyet'in eski İran tarihinin metinlerini aslından okuyabilmek için
Pehlevice öğrenmeye gittiği Hindistan`ın Bombay kentinde 1937 yılında basılmıştır. Kitaba
İran'da satışının yasak olduğunu belirten bir not da eklenmiştir. Fransızca, Rusça, İngilizce,
Almanca, Macarca ve Çekçe`den sonra, çağdaş İran Edebiyatından ilk roman olarak Türkçeye
1977 yılında Behçet Necatigil tarafından çevrilmiştir. İlk olarak Varlık Yayınları
tarafından basılmıştır. Şu anda ise YKY (Yapı Kredi Yayınları) tarafından aynı çeviriyle
basılmaktadır. Ülkemizde ayrıca İran edebiyatı üzerine çalışmaları bulunan ve diğer bütün
Sâdık Hidâyet kitaplarını çeviren Mehmet Kanar'ın çevirisi de bulunmaktadır. Bunun dışında
farklı yayınevlerinde farklı çevirileri vardır.
Kör Baykuş'un kahramanı uyuşmak ve düşünmemek için mütemadiyen alkol ve uyuşturucunun etkisinde, yaşamını kalemdanların üzerinde yaptığı resimlerle sağlayan ağır bunalımlı birisidir. Kahramanın evine amcasının misafirliğe gelmesi ve misafirine şarap ikram etmek üzere mutfağa gittiğinde duvarında fark ettiği bir delikten gördüğü yaşlı adam ve olağanüstü güzellikteki kızla başlar roman. Servi ağacının dibinde bağdaş kurmuş yaşlı bir adam, omuzlarında bir aba, başına dolanmış şal ve yüzünde hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüş olduğu sol elinin işaret parmağı detaylı olarak anlatılıyor. Karşısında çekik gözlü, ağzı yarı açık, elmacık kemikleri çıkık, siyah elbisesiyle, adama gündüzsefası uzatan bir kız vardır ve aralarından bir dere akmaktadır. Bu gördüğü manzaradan sonra hikayenin kahramanı sürekli kızı düşünür ve onu arar. Bir gece yürüyüşten döndüğünde kızı kapıda bekler halde bulur. Ona ikram edecek bir şeyler ararken şarap şişesi aklına gelir. Şarabı getirdiğinde kızın uyuduğunnu düşünüp ağzına bir yudum damlattığında aslında ölmüş olduğunu fark eder. Buz gibi ölüm soğukluğunu vücudunun sıcağıyla yok saymak ister ve ona sarılır, ancak bunun işe yaramadığını çok geçmeden fark eder. Böylelikle kızın ruhunu kendisine teslim ettiğine inanır ve kızı parçalara ayırıp bir bavula koyarak gömmek için yola çıkar. Onu almaya gelen arabacı, kızın yanında gördüğü yaşlı adam, misafirliğe gelen amcası hatta kitabın bazı yerlerinde kendisi, betimlemelerine göre aslında hep aynı kişinin dönüşmüş hallerini anlatmaktadır.
Sâdık Hidâyet'in yakın dostlarından Bozorg Alevi'nin, Kör Baykuş`un Almanca'sına
eklediği "Sonsöz"de kitap hakkında şunlar söylenmektedir:
"Kör Baykuş`un eylemi, olayları, zaman ve mekân dışında kalır. Olayları bölüşenler
tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler
mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. Baba, amca, arabacı, mezarcı,
ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın "kahraman"ı, aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız,
bayader ile kahramanın karısı kahpe de öyle. Normal zaman düzeninin kalkışı bununla
bağlantılıdır; şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle
kaynaşmıştır. Sebeple sonuç arasında bir nedensellik yoktur, onları birbirine masallardaki
mantık bağlar. Ama buna rağmen olay, şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. Korkular,
özlemler, ümit, ümitsizlik, bu olay içine, öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir."
Hacıağa
... Sâdık Hidâyet’in Hacı Ağa adlı eserini ele alacağım. Eser dış görünüm bakımından basit
bir dille yazılmıştır ve kolay okunan bir anlatıdır. Eser yirminci yüzyıl tarihinin önemli
dönemleri üzerine kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında İran, iç ve dış dinamiklerinin
birbirine karışarak toplumu sarstıkları bir dönemden geçmiştir.Rıza Şah, savaş öncesi ve
başında Almanlara yakın politikalar izler. İngiltere ve SSCB buna karşı çıkarlar, Şah’tan,
Alman ajanlarını ülkesinden atmasını isterler. Şah bu isteği karşılamayınca İngiliz ve
Sovyet kuvvetleri İran topraklarına girer ve Şah’ı tahttan indirerek sürgüne gitmek zorunda
bırakırlar. Bu değişiklikler İran’ın içyapısına totaliter bir yönetimden görece bir
serbestlik ortamına geçiş olarak yansır. Hacı Ağa’nın arka düzlemi bu çetin dönemdir.
Anlatının ilk bölümleri dış müdahele öncesinde, son bölümleri ise yeni dönemde geçer.”(2)
“İlk bakışta Sâdık Hidâyet’in bir değişim sürecini incelediği, önceyi ve sonrayı
karşılaştırdığı düşünülebilir. Ancak Sâdık Hidâyet daha çok değişmeyeni işlemiştir.”(3)
Oğuz Demiralp’in bu yerinde incelemesi kitabı okuyanlar tarafından kabul görmüştür. Benim
görüşüme göre Sâdık Hidâyet bu eserinde kendisine de yer vermiştir. Kitaptaki kahramanlardan
Munâdilhakk ve bazı yerlerde başka karakterlerin kimliğinin altına bürümüştür kendisini.
Gerçek hayatta söylemek isteyip de söyleyemediklerini kitabında ona söyletmiştir.
“Bu memleket coğrafya haritasında bir hayız lekesi gibi duruyor. Havası yakıcı ve tozlu;
toprağı pislik içinde; suyu kirli; temelden kokuşmuş ve hilkat garibesi olmuş. İnsanlar
esrarkeş, trahomlu, kendini beğenmiş, kaderci; ölüye tapıyor. İlletli, müzevir, yağcı,
casus, jiletçi ve basurlu”(4) bu yazıda Hidâyet’in aslında kendi halkından ne kadar nefret
ettiğini de görmemiz mümkün. Halkının kaderciliğine boş inançlarına karşı bir tavır
takınmaktadır. Yazını devamında ise halkına duyduğu öfke şöyle devam etmektedir.
“Irkımızdaki bozukluk çocuğundan, gencinden, yaşlısından belli. Yaşadığımızı sanıyoruz,
oysa hayatla dalga geçiyoruz. Bir eşek kadar bile kafamız çalışmıyor; hep kazığı yiyen
biz oluyoruz ama kendimizi en akıllı varlık sanıyoruz. Mucizevî bir şekilde ortaya çıkacak
ve canımıza okuyacak bir diktatör bekliyoruz hep. Yirmi yıldır Rıza Han’ın soytarıları
tepemize bindiler. Artık sesimiz çıkmaz olmuş; aynı senaryoları tekrar oynatıyorlar.
Kültürel, bilimsel ve sosyal hiçbir faaliyette aklımızı kullanmıyoruz. Sanatımız çanak
çömlek yapmak, kurumlarımızı nuh nebiden kalma, felsefemiz şüpheler, hatalar üstüne
tartışmak, yemeğimiz ciğer tava. Ne zevk var, ne sanat, ne de mutluluk. Hep hırsızlık,
hep üçkâğıtçılık, hep ağıt yakma. Kokuşup parçalanıyoruz. Sufisiyle, dervişiyle,
yaşlısıyla, genciyle, esnafıyla, dilencisiyle hepimiz para ve makamın büyüsüne kapılmışız;
hem de en utanç verici ve çirkin şekliyle. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların bir
şeye veya bir hakikate bağlanması normaldir ama burada alçaklık ve rezalet diz boyu. Burası
kaçakçıların, hırsızların cenneti, insanların zindanı. Bu vatan denilen kadını ne kadar
allayıp pullayıp Alkapon’un kucağına atsalar da, yararı yok artık. Çünkü her taraftan
kokuşmuşluk dökülüyor. Bugünkü yöneticilerimiz Şah Sultan Hüseyin döneminin yüzünü
ağarttılar. Tarihte bu dönemin utancı zemzem ve Kevser bile yıkanamaz. Biz dünya denilen
foseptik çukurunda yaşıyor, kurtlar gibi fakirlik, hastalık ve pislik içinde kıvranıyor,
en iğrenç şekilde hayatta kalıyoruz. İşin komik yanı, en güzel şekilde yaşadığımızı
sanıyoruz!” (5) Hidâyet burada kendi görüşlerini kitabın içindeki bir karaktere söyletiyor.
Burada hayattan ne kadar bıktığını toplumuna karşı bakış açısını ve hayattan zevk almadığını
dile getirmektedir. Bir bakıma rejime de bir başkaldırı sahnelemektedir. Kitabın bir başka
bölümünde de Hacı Ağa ve onun gibi olanlara da birkaç şey söylüyor, onlardan ne kadar nefret
ettiğini ve onları kendi gözünde neye benzettiğini anlatıyor. Bunu şu cümlelerden çıkarmak
mümkündür: “Senin vücudun insanlığa edilen bir küfür. Şiirin anlamını bilmen de gerekmez;
bilsen garip kaçardı zaten. Hayatında hiçbir zaman güzellik olmadı ve güzellik görmedin.
Görsen de aklın ermez zaten. Güzel bir manzara seni asla cezp etmemiş; güzel bir yüz ve
huzur verici bir musiki seni sarmamış; ahenkli bir söz, yüce bir fikir kalbine hiç tesir
etmemiş. Sen sadece midenle belinden aşağısının esiri olmuşsun.”(6) Hacı Ağa adlı eserine
genel anlamda bakmak gerekirse Sâdık Hidâyet’in yazdığı en iyi politik taşlamalardan
biridir. İçinde bulunduğu topluma ve sisteme karşı olan duygularını çok sert biçimde
açıklamaktadır. Hidâyet her ne kadar bu eserinde dine karşı bir insan olarak görünse de
aslında dine karşı değil dini istismar edenlere karşıdır. Bunu Oğuz Demiralp şu cümlelerle
açıklamıştır “Sâdık Hidâyet yorumcularının çoğu yazarımızın toplumunda gördüğü temel
yanlışlığın İslamiyet ile ilişkisi olduğunu savlar. Kimi yorumcuya göre de “lahana
kafalılar” dediği gerici mollaların dini istismar etmesine karşı çıkmaktadır. Yorumlar
çeşitli olsa bile Hidâyet’in, kendi toplumunun İslam kimliğiyle kapsamlı bir tartışma
yaşadığı ve bunun yapıtındaki ana damarlardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Yalnızca Hacı
Ağa’da değil daha birçok öyküsünde, giderek Ömer Hayam üzerine incelemesinde de görülür
bu iç yarasının kanamaları.
Sâdık Hidâyet’in toplumunun İslamiyet ile ilişkisine bakışı iki odakta toplanabilir
bence. Birince odakta dinin istismar edildiği, halkın dinsel inanç ve alışkanlıklarının
para ve erk elde etmek üzere birtakım şarlatanca sömürüldüğü, toplumsal düzene de bu
tıynetteki kişilerin egemen olduğu tanısı vardır. Hacı Ağa anlatısı bu tanının bir ürünüdür.
“Nefsini Öldüren Adam” öyküsündeki Şeyh Ebulfazl adlı din adamı da Hacı Ağa türündendir.
Bir yandan çevresine “Zühd”ü öğretirken, öbür yandan insanları kandırarak her türlü
rezilliği yapmaktadır. “Misyon” başlıklı öyküde ise Avrupa’ya katı İslamı yaymaya giden
bir grup mollanın nasıl kısa sürede Batının parıltılı yaşamasına teslim oldukları, aslında
dini yayma görevini Batıya kapağı atabilmek bir araç olarak kullandıkları görülür. Üzerinde
durduğumuz bu odakta İslamiyet’in kendisi değil, kötüye kullanılması yerilmektedir.”(7)
Sâdık Hidâyet’in bir ara Zerdüşt dinine ilgi duyduğu da söylenebilir. Hatta biraz daha
ileri gidersek Hidâyet’in “Ateşperest” adlı öyküsünde Zerdüştlüğü İslamiyet’e karşı
yüceltmeye çalıştığı görülebilir. “Dua” adlı öyküsü de Hidâyet’in Zerdüştlüğü ele aldığı
bir başka öyküsüdür. Bu öyküsünde Zerdüştlüğü övmekten çok Zerdüştlüğün felsefesini
anlatmaktadır. Belki de Hidâyet’in Ömer Hayyam üzerine bir eser çıkarmasının sebebi de
kendisini ona benzetmesi olabilir. Yine Oğuz Demiralp’in kitabında geçen bir cümlede Ömer
Hayyam’ı yaşadığı dönemin bir ayrık otu olarak görmesidir. Bu açıdan baktığımızda Hidâyet’te
yaşadığı dönemin ayrık otudur.
Genel olarak konuyu toparlamak gerekirse Sâdık Hidâyet’in iki farklı tarzda öyküler
yazdığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi Hacı Ağa gibi taşlamalar ve ikinci olarak
da kör baykuş gibi fantastik hikâyelerdir. Modern İran Edebiyatı’nın kurucularından olan
Hidâyet bu alanda çok önemli eserler bırakmıştır. Günümüzde hala kendi ülkesi tarafından
tam olarak kabul görmemişse de edebiyat adına çok güzel eserler bırakmıştır.
Faydalanılan kaynaklar:
Oğuz Demiralp, Kör Okur, Yapıkredi yayınları 2001
Mehmet Kanar, Hidâyetname, Yapıkredi Yayınları, 2005
Hacı Ağa, Çev. Mehmet Kanar, YKY, 1998
Dipnotlar:
1 Bozorg Alevî, “Sâdık Hidâyet’in Biyografyası”, Kör Baykuş içinde, Çeviren: Behçet Necatigil, Yapıkredi yayınları, 2001, s. 90
2 Oğuz Demiralp, Kör Okur, YKY 2001, s.11
3 Oğuz Demiralp, a.g.e., s.11
4 Haci Ağa, Çev. Mehmet Kanar, YKY, 1998 s. 72
5 a.g.e., s. 73
6 a.g.e., s. 88
7 Oğuz Demiralp, a.g.e., s. 22-23
Kaynak: İbrahim Soner Burgucu "Sâdık Hidâyet ve “Hacı Ağa” Romanı"
DOĞU EDEBİYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ)
, YIL: 1, SAYI: 1, İLKBAHAR-YAZ 2007
S: 13-15
Aylak Köpek Orijinal adı Seg-i vilgerd olan Sâdık Hidâyet'in yedi hikâyesinden oluşan,
ilk kez 1942 yılında Tahran'da basılan kitabıdır. Türkçeye Mehmet Kanar tarafından çevrilmiş
ve YKY'nca basılmıştır. Öykülerde genel olarak bir karamsarlık hakimdir, mutluluğu bu dünyada
bulmanın mümkün olmadığı ve intiharın tek kaçış yolu olduğu sık sık ele alınır.
Öykülerden ilki Aylak Köpek adını taşır. Bu öyküde insan huylu bir köpeğin yazgısına
razı biçimde yaşadığı hayatı anlatılır. Köpeğin karnını doyurma karşılığında, maruz kaldığı
kötü ve olumsuz durumlar ve davranışlar anlatılır. ikinci öykü olan Kerec Don Juanı'ndaysa
basit aşk romanlarının alay yollu iğnelenmesi söz konusudur. Çıkmaz adlı öyküde ise insanın
hayatını eninde sonunda yazgının belirlediği anlatılır. öykünün başkişinin erkek arkadaşına ve
arkadaşının oğluna duyduğu sevgiyi eşcinsel eğilim olarak yorumlamak olanaklıdır. Ancak bu belli
belirsiz çizgiyi yapıtın tümüne mal etmek güç görünmektedir. Karanlık Oda adlı öykünün
ise yazarın kendisini anlattığı pek çok uzman tarafından dile getirilmektedir. Öyküde bilinçli
olarak yaşamdan eli ayağını çeken bir kişi vardır. Anlatıcı ona bir kentlerarası otobüste rastlar,
arkadaş olurlar, evine giderler. Gürültülü çağdaş yaşamdan uzakta, doğanın nerdeyse bağrında bir
köşededir bu ev. Sözkonusu kişi kendini toplumsal yaşantıdan bilinçli olarak yalıttığını anlatır.
Evin içinde “odam” dediği yerde otururlar anlatıcıyle. Dışarıya tümüyle kapalı , yer tavan kırmızı
ve bu rengin tonlarıyle boyanmış, döşenmiştir. Odayı aydınlatmak için kullanılan lamba da kırmızı
ışık vermektedir. Öykünün kahramanı yaşamının büyük bölümünü burada geçirmekte ve büyük ölçüde
sütle beslendiğini söylemektedir. Anlatıcı bu kişinin yaşamın güçlüklerinden kaçarak annesinin
karnındaki cenin haline dönmek isteğiyle böyle hareket ettiğini düşünür. Anılan kişinin yüzüne
de söyler. Yanıt olarak yalnızca alaycı bir bakışla karşılaşır. Adam durumunu başka türlü sunmuştur.
“Kendi karanlığıma dalmak ve kendimi kendimde geliştirmek” için bu yaşama biçimini seçtiğini savlar.
Sözkonusu karanlık ve suskunun yaşamının en değerli parçasını oluşturduğunu, bu karanlığın her canlı
varlığın özünde bulunduğunu, ancak insanların hepsinin bu karanlıktan, bu yalnızlıktan kaçmaya
çalıştıklarını, böylece kendi kendilerinden de kaçtıklarını anlatır. “Ölümün sesine kulaklarını
kapatmayı, kişiliklerini yaşamın kargaşası, gürültü patırdısı içinde yok etmeye çalıştıklarını,
sufilerin dediği gibi hakikatın ışığının içlerinde görünmesinden korktuklarını” söyler. Ertesi
sabah anlatıcı kahramanımızı odasında ölü olarak bulur: ana karnındaki cenin gibi kıvrılmış,
öylece kalmıştır. Taht-ı Ebu Nasr adlı öykü de prototip niteliktedir. İran’ın görkemli
dönemlerinden birinde bir imparator bir fahişeye tutulur. Bu aşk uğruna herşeye evet diyecek denli
yitirir kendini. Karısı onu bir zehir vererek yüzyıllarca sürecek bir uykuya yatırır. Birtakım
kazıbilimciler sayesinde uyanır imparator. Aklında fahişe sevgilisi vardır. Onu aramaya çıkar
ve bulur. Elbette bulduğu ona tıpatıp benzeyen bir kadındır. Bakın raslantıya: o da bir fahişedir.
İmparator, vurulduğu kadının, sevgisinin değil zenginliğinin ardında olduğunu anlar. O an, yani
gerçeğe aydığı an, yüzyıllardır tutkunun bir bütün olarak tuttuğu gövdesi çözülüp ayrışıverir.
Katya ve Tecelli ise kitabın diğer iki güzel öyküsüdür.
Biyografisi:
Sâdık Hidâyet
17 Şubat 1903 tarihinde Tahran'da dünyaya geldi ve bu kentteki Fransız Lisesi'nde eğitim
gördü. 1925 yılında eğitimini sürdürmek amacıyla Avrupa'ya gitti. Bir süre diş hekimliğine
ilgi duyduysa da mühendislik okumak için diş hekimliğinden vazgeçti. Fransa ve Belçika'da
geçirdiği dört yılın ardından İran'a döndü ve kısa sürelerle çeşitli işlerde çalıştı. İlk
hikâyelerini Paris'teyken yazdı. 1936'da Hindistan'a giderek Sanskritçe öğrendi. Buradayken
Budizm'i inceledi ve Buda'nın kimi yazılarını Farsça'ya çevirdi. Sâdık Hidâyet sonunda tüm
hayatını Batı Edebiyatı çalışmalarına ve İran tarihi ile folklorunu araştırmaya adadı. En
çok, Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E.A. Poe ve Kafka'nın eserleriyle ilgilendi. Hidâyet
birçok hikâye, kısa roman, iki tarihi dram, bir oyun, bir seyahatname ile bir dizi yergili
komedi ve taslak kaleme aldı. Yazıları arasında ayrıca birçok edebiyat eleştirisi, İran
folkloru ile ilgili araştırmalar ve Orta Farsça ile Fransızcadan yapılmış çeviriler yer
alır. Sâdık Hidâyet, İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası
haline getiren yazar olarak kabul edilir. Sonraki yıllarda, zamanın sosyo-politik
problemlerinin de etkisiyle, İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve
ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun
su-i istimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme
çabasına girdi. Çevresine, özellikle de, çağdaşlarına yabancılaşan Hidâyet, son eseri
Kafka'nın Mesajı'nda ancak ayrımcılık ve baskı sonucunda yaşanabilecek bir melankoli,
umutsuzluk ve ölüm halinden bahseder.
Sâdık Hidâyet'in en tanınmış eseri 1937 yılında Bombay'da yayımlanan Kör Baykuş'tur.
Beethoven ve Çaykovski dinlemeyi seven ve afyon tiryakiliği bilinen Sâdık Hidâyet, resimle
de uğraşmıştır. Günümüze kalabilen resimleri Hassan Qa'emian tarafından bir araya getirildi.
Kimileri bu eserlerde sanatsal bir değer bulmazken, kimilerine göre de bunlar geleceğin
resimleridir.
Sâdık Hidâyet'in eserleri günümüzde Avrupa'daki politik İslamcı çevrelerden yoğun
eleştiriler almaktadır ve birçok romanı (özellikle de Hacı Ağa) artık Fransa'daki
kitapçılarda ve kütüphanelerde bulunamamaktadır. Kör Baykuş ve Hacı Ağa adlı romanları
2005 yılında düzenlenen 18. Uluslararası Tahran Kitap Fuarı'nda yasaklanmıştır. Kasım 2006
itibarıyla Sâdık Hidâyet'in tüm eserleri geniş çaplı bir tasfiye politikası kapsamında
İran'da yasaklı durumdadır.
Ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır: "Paris`te günlerce,
havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü
dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün
ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce
tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanıbaşında
yerde duruyordu."
Yılmaz Güney`in de yattığı Père Lachaise (okunuşu: per laşez) mezarlığında gömülüdür.
Yapıtları:
Öyküleri:
Diri Gömülen (Zindeh be-gur) 1930;
Moğol Gölgesi (Sayeh-ye Moghol) 1931;
Üç Damla Kan (Seh qatreh khun) 1932;
Alacakaranlık (Sayeh Rushan ), Aleviye Hanım (Alaviyeh Khanum), Bay Hav Hav (Vagh Vagh Sahab) 1933;
Kör Baykuş (Bûf-i kûr) 1937;
Aylak Köpek (Sag-e Velgard) 1942;
Hacı Ağa (Haji Aqa) 1945;
İslam kervanı (islam konvoyu) (karevane eslam);
Oyunları ve diğer yazıları:
Sâsân Kızı Pervin (Parvin dokhtar-e Sasan) 1930;
Mâzyâr (Maziyar) 1933;
Isfahan: Cihan'ın Yarısı (Seyahatname; Esfahan nesf-e Jahan) 1931;
Islak Yol Üzerinde (Seyahatname, yayınlanmamış) (Ru-ye Jadeh-ye Namnak) 1935;
Hayyam'ın Terâneleri (İnceleme-araştırma; Rubaiyat-e Hakim Omar-el Khayyam) 1923
İnsan ve Hayvan (İnceleme-araştırma; Ensan va Hayvan) 1924
Ölüm (Deneme; Marg) 1927
Vejetaryenliğin Yararları (İnceleme-araştırma; Favayed-e Giyahkhari) 1957
Kafka'nın Mesajı 1948 (Deneme; Taranehha-ye Khayyam)
Yazar ve Yapıtları Hakkında Türkçede Yayınlanan Bazı Kitaplar:
*"Kör Okur: Sâdık Hidâyet Üzerine Kör Baykuş Merkezli Okuma Denemesi" Oğuz Demiralp (YKY)
*"Yazarın Gölgesi, Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un Yeniden Yazılışı", Rıza Beraheni- Haşim Hüsrevşahi- Saba Kırer, İnceleme, Kavis Kitap, Ağustos 2011,
Yazar ve kitapla ilgili yazılar:
* "'Kör Baykuş'un Gözü: Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş romanında görsellik'"
Hülya Soyşekerci, Çerçi Sanat, Sayı 6,
* "'Aylak Köpek'te Hidâyet Öykücülüğü"
Ulaş Başar Gezgin, Evrensel Kültür, 25.08.2017
* "Doğunun Baykuşu; Sâdık Hidâyet"
Kaan Murat Yanık, artfulliving
* "F.Kafka'dan S.Hidâyet'e-'Köy Hekimi'nden 'Kör Baykuş'a"
Şenay Eroğlu Aksoy, İnsanokur,
* "Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş"
Dipnot Kitap Klübünde Kitapla ilgili sayfa
*"Cellat da Suskundur Kurban da..."
Perihan Özcan,
K dergisi, Sayı: 29, sayfa: 24-27; 20.04.2007
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>
Bağlantılar:
"Hidâyet`in resim çalışmaları"
(Farsça)