Aziz Bey Hadisesi

Ayfer Tunç'un 1999 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ikinci öykü kitabıdır. Kitap yine aynı yayınevi tarafından 2002 yılında yeniden basılmış, 2006'dan itibaren de Can Yayınları tarafından yayınlanmaya başlamıştır. Can Yayınları tarafından basılan kitapta yalnızca bu adı taşıyan uzun öykü yer almaktadır.

İlk baskısında yer alan yedi öykünün ilki kitaba adını veren Aziz Bey Hadisesi'nin yazım tarihi 1999'dur. Bu öyküde yaylı tambur çalan bir müzisyenin ölümüne kadar giden olaylar anlatılmaktadır. Öykünün başında söz edilen ölüm olayı, geri dönülerek, Aziz Bey'in çocukluğundan ve ilk gençliğinden başlar. Okuldan ve sonrasında girdiği memuriyet hayatından hoşlanmayan, bu nedenle deden kalma yaylı tamburu çalmayı öğrenerek çeşitli yerlerde çalan genç Aziz babasının evde kovması üzerine mahalleden tanıdığı ve sevdiği bir musevi kızı olan Maryam'ın ardından Beyrut'a gider. Maryam'ın ona yüz vermemesi ve parası kalması üzerine oradaki bir meyhanede sanatı icra ederek bir süre yaşar ve sonra memleket hasretine dayanamayarak İstanbul'a döner. Onun kavga edip çekip gittiği gün annesi fenalaşıp yaşamını yitirmiştir. Babasının onu yine eve almaması üzerine müzisyenliğe devam eder. Babasının da ölümünden sonra onun eski bir elbisesinden kendisine kostüm diktirerek oldukça tanınmış ve herkesin özellikle izlediği bir müzisyen hâline gelir. Bu sırada Vuslat adlı sessiz genç kadınla tanışıp evlenir. Kadın yıllarca onun kahrını çeker. Giderek yaptığı müzik artık modası geçmiş bir müzik olduğu için işleri kötüleşir. Bu sırada da Vuslat ölür. Onun ölümü ve yokluğu Aziz Beyi'n eski karısına dair duygularının değişmesine ve derin bir yas yaşamasına yol açar. Müziğine de bunu yansıtan Aziz Bey, zamanında onun varlığından çok para kazanmış olan meyhane sahibi arkadaşı Zeki ile bir akşam yaptığı müzik yüzünden tartışır, Zeki onu meyhanesinden kovar ve dışarı atar. Bundan sonra evine kapanan Aziz Bey çok geçmeden ölür.

Aziz Beyin yaşamının değişik dönemleri tıpkı bir film gibi çeşitli ayrıntılarıyla oldukça başarılı bir şekilde hikâye edilmiştir ve yazarın en çok bilinen hikâyeleri arasında yer almaktadır.

Kitabın ikinci hikâyesi "Kadın Hikâyeleri Yüzünden" adını taşır ve 1999 yılında yazılmıştır. Bu hikâyede bir mahallede eskiden beri tuhafiyecilik yapan bir kişi ve karısı anlatılır. Dükkânının hemen karşısında başka bir iş yeri açan Turcan adındaki komşusunun kadınlarla ilişkisinden etkilenir. Beş gece üstüste o ve arkadaşlarıyla bir lokantada içerler ve eve çok geç olarak gelir. Altıncı günden sonra onu bir daha çağırmazlar. Altıncı gece kendi başına bir meyhaneye gider, sonrasında beş gecedir eve döndüğü saate kadar dükkânında bekler ve eve öyle gider. Yedinci gece meyhaneye gidecek parası yoktur ve bir oyuna başlar. Her gece, o beş gün boyunca olduğu gibi, dönüş saatine kadar kendi dükkânında bakkaldan aldığı şarabı içer ve aynı saatlerde eve döner. O günden sonra dükkânında bu oyununu sürdürür. Dükkânına alışverişe gelen bir kadının çantasından kadının rujunu yürütür ve sonraki günlerde de bu rujla kendi gömleğine lekeler bırakır. Artık onun da bir "kadın" hikâyesi vardır ve bu hikâyeye tek inanan kişi de karısıdır. Bir pavyona gidecek kadar parayı birkaç ayda biriktirir. Kazıklanma korkusuyla gittiği bir pavyonda çalışan bir kadınla fotoğraflarını çektirir, arkasına da kadına yazı yazdırır. Fotoğrafları cebine koyar ve evine gider. Ertesi gün ceketini giymeden işe gider. Akşam eve döndüğünde karısı sessiz bir hâldedir. Sabah oğlu ona o gün dayılarına gideceklerini söyler. Her zaman olduğu gibi dükkânına gelir ve yine o kadınla çektirdiği fotoğraflarla oyalanır. Akşam içine bir sıkıntı gelir ve bu kez dükkânda oyalanmadan eve gider. Kapısının önünde bir polis arabası ve cankurtaran vardır. Evden bir siyah torba çıkarırlar ve cankurtarana koymuşlar. Karısı çocukları abisine bırakıp çamaşır ipiyle kendisini astığını öğrenir. Polis masanın üzerinde duran adamın pavyonda çektirdiği fotoğrafları da götürür. Adam karısı için "kemikli bir kadındı" der.

Diğer öykü gibi özellikle dükkân ve pavyonda yaşananlara dair olayların ayrıntılarıyla anlatıldığı güzel bir öyküdür.

1998 yılında yazılmış olan "Soğuk Geçen Bir Kış" başlıklı üçüncü öyküde ise babasıyla kavgalı ve onun ölümünden sonra da onunla kavgası bitmeyen Semavi bey adındaki yaşlı ve zengin bir adamın soğuk geçen bir kış gününde ısınmak için gittiği hamamda kalp krizi nedeniyle ölmesi anlatılır. Varsıllıkla yokluğun birlikte anlatıldığı, özellikle adamın duygularının çok iyi anlatıldığı oldukça hüzünlü bir öyküdür.

"Kar Yolcusu" başlıklı dördüncü öykünün yazım tarihi de 1999'dur. Bu öyküde doğuda, yalnızca posta trenlerinin o da nadiren durduğu bir tali istasyonda bekçilik yapan Eşber'in, peşindeki adamların elinden kaçarak istasyona sığınan Fidan'la olan yaklaşık iki aylık macerası ve Fidan'ın onu bırakmak istemeyen Eşber'in elinden istasyona kadar inen kurtların yardımıyla kurtulması ve Eşber'in kurtlar tarafından öldürülmesi anlatılır. Bu öyküde de Eşber'in Fidan'la, kışla ve doğayla ilişkisi, sonradan artan gerilim ustaca hikâye edilmiştir.

Kitapta yer alan 5. öykü ise 1997 yılında yazılmış, 1998 yılında Adam öykü dergisinde yayınlanmış olan "Mikâil'in Kalbi Durdu" adlı öyküdür. Mikâil bir müzikholde şarkı söyleyerek yaşamını sürdüren Semiramis'e aşık ve bir dönem sürekli müşterilerinden birisidir. Sahip olduğu züccaciye dükkânını Semiramis yüzünden batırmış, önce bir arabayla sonra da elinde mutfak eşyaları satacak bir noktaya gelmiştir. Parası bitince ve bir süre sonra Semiramis müzikholün korumalarından birisiyle ilişkiye girince onu kovalamış ve aşağılamıştır. Bunun üzerine Mikâil Semiramis'in peşinde dolaşmaya başlamış, bize bu hikâyeyi anlatan Semiramis'in koruması ve sevgilisiyle çatışma noktasına gelmiştir. Hâtta bir gün tam vuruşmak üzere karşı karşıya gelmişler ama Mikâil onu vurmaya cesaret edememiştir. Sonra koruma işinden ayrılır aradan epey zaman geçtikten sonra bir barda Mikâil'le karşılaşırlar beraber içerler. Mikâil ona Semiramis'i sevmemiş olduğu için kendini mahvettiğini söyler. O gece Mikâil kalp krizinden yaşamını yitirir. Bu öyküde de hem ikili ilişki hem de Mikail'in aşkı ve trajedisi biraz da ironiyle oldukça güzel anlatılmıştır.

1996 tarihinde yazılmış olan kitabın son öyküsü olan "Kırmızı Azap" ise diğerlerinden çok farklı bir öyküdür. Öykünün anlatıcısı, öykü yazarının kafasında bir hikâye ya da romanda yer almayı bekleyen bir kahramandır ve, yine yazarın kafasında ve tasarladığı öykülerdeki başka kahramanlarla ilişkilerini, değişimlerini ve farklı öykü taslaklarındaki yer alma biçimleri anlatılır. Bunların sonuncusunda iki kahramandan erkek olan bir trenin altında ölür. Yer yer post modern edebiyat örneklerinde karşılaştığımız unsurlara yer verilen bu öykü aynı zamanda yazarın yazma biçimini ortaya koyması bakımından da ilginç sayılabilir.

Taş Kağıt Makas

Kitabın içinde "Kaybetme Korkusu", "Taş- Kağıt-Makas", "Fehime" ve Suzan Defter" adlarında dört öykü vardır.

Kaybetme Korkusu adlı öyküde anlatıcı bir kadının intiharına tanık olur. Sonrasında intihar eden Süsen'in kocası Safir'den Süsen'in hikâyesini dinler. Süsen çok küçükken annesi bağıra bağıra ölmüştür. Süsen annesinin ölümünün ardından babasının yanından hiç ayrılmaz olur. Babası ne zaman kendisini bıraksa, onu da kaybedeceğinden korkan Süsen, nefes alamaz hâle gelir. Babası da kızını anlayarak onu hiç bırakmaz ve nereye giderse birlikte giderler. Süsen genç kız olduğunda da bu sürer ve hep el ele gezerler. Baba kızın bu durumu çevredekileri çok şaşırtsa da kabullenirler. Safir o sıralarda aynı köye genç bir ziraat teknisyeni olarak gelir. Süsen ve babasıyla tanışır, onlara gidip gelmeye başlar. Daha sonra da Süsen'e aşık olup evlenirler. Bir gün Süsen'in babası vefat eder. Oradan kente taşınırlar. Safir'in çalıştığı seraya gidip, Süsen'i evde yalnız bırakmasıyla Süsen'in kaybetme korkusu yeniden ortaya çıkar. Buna dayanamayan Süsen intihar eder. Öykü; Avlu, Korkunç Olay, Kaybetme Korkusu, Son, Avlu adlı beş bölümden oluşur.

Kitaba da adını veren Tas-Kâğıt-Makas adlı öyküde isimsiz bir anlatıcı vardır. Onunla öykünün kahramanı Emir çocukluk arkadaşıdırlar. İlk kez okula gittikleri sırada tanışmışlardır. Herkes gibi o da Emir'i beğenmiş ve yakın arkadaş olmuşlardır. Anlatıcı o zaman onun yüzüne bakar ve ileride sahip olmayı isteyeceği yüzü görür. Ancak arkadaşlıkları biraz dengesizdir. Çünkü Emir'de olmayan her şey anlatıcıda vardır, sevecen ve genç bir anne-baba, yakın ilgi, akrabalar, mutlu bir ev hayatı. Anlatıcı bütün bunlara sahip olduğu için suçluluk duygusu hisseder. Onun bu yoksunluğun acısını yaşar. Anlatıcı daha sonra doktor olur ve ilişkileri kopar. Emir ise sonrasında Karagül adında bir kızla tanışır ve evlenirler. Ancak çocukları olmaz. Hayatlarındaki bu boşluğu çocukları varmış gibi davranarak doldurmaya çalışırlar. Bu konuda onlara yardımcı olan ise öyküye de isim olan 'Taş-Kâğıt-Makas' adlı oyundur. Bu oyunu oynarken kendilerini sırayla çocuk yerine koyarlar ve çocuklarını oynarlar. Oyun Emir'le Karagül'ün hayatını çıkmaza sokmuştur. Hikâye ile Taş-Kâğıt-Makas oyunu arasında bir ilişki kurulur. Bu oyunda taş, makas, kağıt varmış gibi davranmak esastır. Emir ve Karagül de kendi çocukları varmış gibi, anne-baba olmuşlar gibi davranırlar. Ama taş varken makasın olmadığı, kâğıt varken taşın olmadığı ve makas varken kâğıdın olmadığı bir oyundur bu. Oyun gibi Emir ve Karagül'ün girdiği roller de gerçek kimliklerinin varlığını ortadan kaldırmaktadır. Emir'in baba, Karagül'ün kız çocuğu olması, ya da Emir'in oğlan çocuk, Karagül'ün anne olması birbirlerine karı-koca gibi yaklaşamamalarına yol açar, dolayısıyla cinsel yaşamları da biter. Bunun üzerine Emir bir bankada çalışan bir kadınla Karagül'ü aldatmaya başlar ve bu oyuna son verirler. Emir arkadaşına bunları şöyle anlatır: "öğle tatillerinde ucuz bir otelde buluşup yatıyorduk. Ardından ağır bir suçluluk duygusu kaplıyordu içimi. Karagül'ü aldattım diye değil, kızımın yüzüne nasıl bakacağım diye. Oyun gerçeğin sınırlarına saldırıyordu, tehlikenin gelmekte olduğunu görüyordum ama, oyundan çıkamıyordum... Başka birini seviyorum dedim, bir sevgilim var, seni aldatıyorum, ona gideceğim, onunla birlikte olmak istiyorum." Emir'in Karagül'e sevgilisini anlattığı sırada elektrikler kesilir, birkaç mum yakar, Karagül de kibritleri mumun alevine tutarak yakmaya başlar. Emir uyarsa da sürdürür. Bunun üzerine Emir ceketini alıp çıkar. O çıkarken Karagül şımarık bir çocuk gibi ağlar ve eşyaları kırıp döker, Emir gittikten sonra da bu durumu kabullenemez ve evde yangın çıkararak intihar eder. Emir bu olay üzerine şok geçirir ve hastaneye kaldırılır. O hastanede doktor olarak çalışan anlatıcıyla eski arkadaşı Emir yeniden bir araya gelirler. Emir olan bitenleri ve yangını arkadaşına anlatır. "Önce o benim kızım oldu, ben onun babası oldum. Arada bir. Derken ben onun oğlu oldum, o benim annem oldu. Arada bir."der. Öykünün sonunda Emir'den yangının nedenlerini öğrenen anlatıcı, duydukları karşısında Emir'e yardımcı olamayacağını anlar ve yine suçluluk duygusu hissederek kalkar, odasına gider, battaniyeyi başına çekerek yatar. İçinde yine bir suçluluk duygusu vardır.

Kitabın bir diğer öyküsü olan Fehimede ise aynı adı taşıyan bir kız çocuğu başından geçenleri anlatır. Öyküde sevgilisiyle buluşmak için Fehime ve Tahir adındaki yeğenlerini turistlere kitap broşür satsın diye Kuşadası limanına götürüp bırakan teyze, ortadan kaybolur. Bir süre sonra yorulan ve acıkan iki kardeş teyzelerini ararlar, gemiye giderler. Gemi hareket eder ve gemide yabancılar tarafından dondurma ve yemek vaadiyle kandırılan çocuklara bir turist taciz ve tecavüz eder. Sonrasında gemi doktor ve hemşiresinin gözetiminde bir sonraki liman olan Alanya'da poliseve ailelerine teslim edilirler.

Son öykü ise Suzan Defterdir. Daha sonra bu öykü ayrı bir kitapta "roman" olarak da basılmıştır.

Suzan Defter

Uzun bir öykü, ya da kısa bir roman, "novela" sayılabilecek bu kitap yalnız içerik olarak değil biçim olarak da ilginçtir. Kitapta 16 Kasım (2001) Cuma gününden itibaren 10 Aralık Pazartesi gününe kadar geçen 25 gün boyunca iki ayrı kişi, Ekmel bey ve Derya tarafından yazılmış günlükler yer almaktadır. Bu günlüklerin içeriği kitabın sol sayfalarında Ekmel bey, sağ sayfalarında ise Derya'nın kaleminden ve sesiyle yazılıdır. Derya ile Ekmel beyin günlük tutmaya başladıklarının 8. gününde 24 Kasım'da Ekmel beyin evinde karşılaşırlar ilk olarak. Ekmel bey birileriyle konuşmak sohbet etmek için gazeteye bir satılık ev ilanı vermiş ve telefon eden müşterilerin sesleri hoşuna giderse onlarla randevulaşmakta ve görüşmektedir. Derya da bu ilan üzerine Ekmel beyi arar ve randevulaşırlar. Ancak Derya kendisi olarak değil, bir zamanlar çok bağlı olduğu ve sevdiği, sonrasında da bir o kadar da nefret ettiği abisinin eski sevgilisi "Suzan" olarak tanıtır kendini. Sonrasında Suzan Ekmel beyi ziyaret etmeyi ve birbirlerine hikâyelerini anlatmayı sürdürürler. Ekmel bey yalnız yaşayan eski bir avukattır. Mesleğini bırakıp evine kapanmıştır. Eşinden boşanmıs, kızıyla ve kardeşleriyle ilişkileri kopuk bir insandır. Günlüğünün başında ölümle bir pazarlık yapar ve defterinin bittiğinde ölümün de gelmesini ister. Derya ise otuzlu yaşlarında, eşinden ayrılmış yalnız yaşayan bir kadındır. Hayatının merkezindeki kişi asıl olarak abisidir. Abisinin yıllar önce büyük bir aşk yaşadığı Suzan adındaki sevgilisiyle ilişkilerine kıskançlıklarıyla engel olduğu için pişmanlık duymaktadır. Aslında Suzan'ı sevmiş ama abisiyle paylaşamamıştır. Abisi ise üniversiteden mezun olduktan sonra Suzan'ı terketmiş, daha sonra da şimdiki eşiyle evlenmiş, bir de çocukları olmuştur. Derya abisinin eşinden de hoşlanmamakta, ilişkilerini doğru bulmamaktadır. Derya'nın Suzan'la hesaplaşamadığı geçmişi vardır ve günlüğü bu amaçla tutmaya başlar. Derya'yı Ekmel Bey'in ve Suzan'ın bakış açısıyla kendisinin yazdığı günlüklerde yazdıklarıyla öğreniriz. Günlüklerde Suzan(Derya) sevgilisini ve onun ailesiyle başından geçenleri anlatır uzun uzun. Suzan ve Ekmel beyin anlatılarındaki farklılıklar, aykırılıklar, birbirlerine dair değerlendirmeler ve bu süre içinde kendi geçirdikleri değişimler kitap boyunca dile getirilir.

Kitapta yazma teması ve yazılanların gerçeklikle ilişkisi sürekli olarak sorgulanmaktadır. Bu noktada kadın ve erkeğin bakış açıları, bir kadının bir başka kadının kimliğinde kendisine ve olanlara bakması, yine aynı kimlikle bir başka erkeğe dair izlenim, algı ve düşünceleri ustaca dile getirilmiştir. Olayın yaşandığı dönem ve öncesine dair kimi toplumsal olaylar ile gündelik yaşamın temel unsurları, sıkışmışlık ve yinelemeler ayrıca dikkâti çeken noktalar arasındadır. Derya'nın abisi ve onun gerçeğiyle yeniden buluşması onu kabulü ve normal yaşama dönüşü de romanın bir başka temel izleği olarak dikkâti çekmektedir.

Yazılar:
Üyelerimizin yazıları:
"Hiç bir hayat sıradan değildir"; Şule Tüzül, 22 Şubat 2017, artfulliving edebiyat

Kitaba dair bazı yazılar:
"Ayfer Tunç'un 'Taş-Kağıt-Makas' adlı kitabında Anlatıcının Hâlleri" Şebnem Aysan;
KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Sayı:16, Sayfa:49-61, (pdf) 2014