Miguel de Cervantes Saavedra - Don Quijote Cervantes devlet memuru olarak çalışmaktayken, bir yolsuzluk şüphesi nedeniyle 1597'de, devlet memurluğundan atıldı ve kısa bir süre Seville'de hapsedildi. Bu dönemde yazmaya başladığı Don Quixote'un birinci cildi 1605'te basıldı ve kısa sürede çok tutuldu, pek çok dile çevrildi. Ondan yaklaşık on yıl sonra da ikinci cildi basıldı.

Başlıca Karakterler:
Don Quixote: (Alonso; Quijano’nun -ki bu soy adı muhtelif şekillerde telâffuz edilir- takma adı) Romanın kahramanıdır; kendisinin, seyyar silahşörlerin sonuncusu olduğuna inanan bu yaşlı centilmenin âdeta açlıktan ve hastalıktan zayıflamış bir görünümü vardır.
Sancho Panza: (Panza -karın veya göbek-) Don Quxiote'ın uşağı; hayata pratik açıdan bakan bu köylü, efendisininromantik idealizminin karşı kutbunda yer alır; basitlik ve kurnazlığın karışımından oluşan bir karakteri vardır.
Dulcinea del Toboso: (Don Quixote’ın Aldonza Lorenzo’ya verdiği isim) İriyarı bir köylü kızı: Don Quixote, muhayyilesinde, kadını, aristokratik bir aileden dünyaya gelmiş asil bir hanım olarak görür.
Juna Panza: (2. Kitapta kendisinden Terasa diye bahsolunur) Sancho’nun karısı; kocası gibi basit, yapmacık nedir bilmeyen bir kadın.
Pero Perez: Don Quixote’un köyünün papazı; Don Quixote’un aklî bozukluğunu düzeltmeğe çalışır.
Master Nicholas: Köy berberi.
Maritornes: Köy otelinde garsonluk yapan bir kız.
Gines de Passamonte: Don Quixote’un kurtardığı bir kadırga kölesi, II. Kitapta gezici bir kuklacı olarak görünür.
Fernando: Kadınların güvenemeyecekleri genç bir asilzade.
Cardenio: Luscinda'ya âşık centilmen bir delikanlı.
Luscinda: Cardenio'yu seviyor, fakat ebeveynlerinin zoru ile Fernando ile nişanlandı.
Dorotea: (Don Quixote’ın Prenses Micomicona diye bildiği kız) Fernando tarafından aldatıldı.
Aselmo, Lotairo ve Camila: Cardenio'nun, “Kendi Yararını Düşünmeyecek Kadar Meraklı Bir Adamın Hikâyesi”ndeki karakterler.
Zoroida: Faslı bir kız; Ruy Perez’e âşık; onunla Cezayir’den ayrıldı, Hıristiyan olmak istiyor.
Juan Perez de Viedna: Şimdi bir hâkim olan Kaptanın erkek kardeşi.
Clara: Juan 'ın kızı.
Luis: Clara’ya â şık genç bir centilmen.
Rozinante: Don Quixote’un zayıf, sarsak atı.
Cid Hamete Benengali: Cervantes'in , bilgisinin kaynağı olarak gösterdiği tahayyüli bir Arap tarihçisi.
Sanson Carrasco: Salamanca Üniversitesi'nin yirmi dört yaşındaki bekâr bir öğrencisi, kaba şakalardan hoşlanır.
Don Diego de Mirando: Zengin bir köy ağası, nazik ve sevimli.
Don Lorenzo: Don Diego’nun oğlu; üniversite talebesi, bütün emeli bir şair olmak.
Camacho: Zengin bir köylü.
Quiteria: Gamacho ile nişanlı bir kız.
Basilio: Quiteria'ya âşık fakir bir köylü.
Dük ve Düşes: Don’un ev sahipleri; Don’a, oldukça acı ve kaba şakalar yapıyorlar.
Dona Rodriguez de Frijalba: Düşes’e refakat eden dadı.
Dertli Duenna: Dük'ün hizmetçilerinden birinin takma adı; Don’a yapılan büyük bir oyunda rol alır.
Altisodora: Don Quixote’a âşıkmış gibi hareket eden bir kız.
Doktor Pedro Recio Tirteafuera: Sancho’nun Barataria valiliğini yaptığı sıradaki özel doktoru .
Ricote: Moriscolu bir mülteci; kendisini bir Alman hacısı diye tanıtır.
Roque Guinart: Katalonyalı bir eşkıya.
Don Antonia Moreno: Bacelonalı zengin bir centilmen.
Anna Felix: Ricote'nin kızı, kendisini bir Arap kaptanı diye tanıtır.

Hikâye
1. Kitap:
Onaltıncı asır İspanya'sında La Mancha bölgesindeki küçük bir köyde, başlıca zevki, genç kız ve hanımları, karşılaştıkları tehlikelerden kurtaran, devlerle çarpışan ve ejderhaları öldüren eski romantik çağların seyyar şövalyelerinin hayat hikâyelerini okumak olan Alonso Quijano adında bir centilmen yaşar. Kendisini, bu tür edebiyata öylesine verir ki, önceki çağların şövalyelik müessesesinin canlandırılması gerektiğine inanır. Böylece, kendisine eski bir zırhlı elbise, paslı bir kılıç, başına miğfer olarak geçirmek üzere bir berber tası alır, Rozinante adındaki bitkin ve sarsak bir ata binerek, macera peşinde gitmeğe başlar. Aynca, okuduğu hikâyelerdeki bütün seyyar şövalyeler aynı zamanda âşık olarak da gösterildiğinden, kendisine bir iki defadan fazla görmediği ve hakkında hiçbir şey bilmediği, basit ve kaba bir köylü kızını seçer. Ona, diğerleri üzerinde izlenim bırakıcı Dulcinea del Toboso adını verir, onu kendi muhayyilesinde, aristokratik bir ailede dünyaya gelmiş güzel ve faziletli bir hanım olarak canlandırır Kendisi için de Don Quixote (Don Kişot) ismini seçer. Şimdi, yapılması gereken tek şey, ona resmen şövalye unvanının verilmesidir ki, bunu da, kendisi yapamayacağından, başka birinin yapması gerekecektir. Macera peşinde yola çıkan Don Quixote, muhayyilesinde büyük bir şato olarak canlandırdığı bir hana rastlar. Lord'dan, yâni, hanın sahibinden kendisini, resmî bir merasimle şövalye yapmasını ister. Yolcunun, zararsız bir çılgın olduğunu sanan han sahibi, bu rolünü, hanın diğer misafirlerini de eğlendirerek mükemmel bir şekilde yerine getirir Köyüne dönen yeni şövalye yolda, Sancho Ponza adında bir köylüye rastlar; onun kendisinin uşağı ve yardımcısı olmasını ister ve şövalyelikle büyük bir servet kazandıklan zaman Sancho'ya, mükâfat olarak bir ada bahşedeceğini ve bu adanın valisi yapacağını vaadeder.
İkisinin başlanndan geçen maceralar, genellikle tuhaf ve gülünçtür ve kötü neticeler verir. Don Quixote'in muhayyilesi, en gülünç durumları bile, yüksek ölçüde romantik bir maceraya dönüştürür. Başlarından, burada bahsedilmeyecek kadar çök.sayıda macera geçer. Bununla beraber, bazılan o kadar meşhurdur ki, herkesin bildiği bu maceralar atasözlerine kadar geçmiştir. Meselâ, "değirmene saldırmak" sözü, döner kollu devler sandığı, bir dizi yeldeğirmenine mızrağı ile saldırmasını hatırlatır. Değirmenlere hücum eden Don Quixote ve Sancho, şato sandıkları ve içinden ürkütücü seslerin çıktığı bir binaya rastlarlar. "Şato"ya hücum etmek için günün ağarmasını beklerler, ama daha hücuma geçmeden, geceki ürkütücü sesleri, imalâthanedeki makinelerin çıkardığını anlarlar. Yine bir gün, bir handa kaldıkları sırada. Don Quixote şarap tulumlanndan damlayan şarapların kan olduğunu sanarak, bu şarap tulumlarına hücum eder. Hatâları kendisine gösterildiği vakit, Don Quixote, kendisini haklı çıkarmak için, kimsenin aksini iddia edemeyeceği tarzda cevaplar verir. Karşısına çıkan devler, değirmen veya şarap tulumlan şeklinde görünüyorlar, çünkü kötü niyetli büyücüler, kahraman düşmanlarını (yani Don Quixote'i) aldatmak için onların şekillerini değiştiriyorlar.
Don Quixote ve Sancho'nun maceralarında, ikinci derecedekiler, günlük hayatta vukû bulabilecek olaylar olduklarından, daha inandırıcı. Bu tür başlıca maceralardan biri, iki genç âşığın kilisede resmen evlenebilmeleri için karşılaştıkları engellerle ilgilidir. Yine, ikinci derecedeki bir diğer macera da, Cezayir'deki Faslılar'ın elinden kaçan bir İspanyol harp esirinin, beraberinde güzel bir Faslı kızı da getirmesidir. Bu maceralar, romandaki karakterlerin birbirlerine anlattıkları eğlendirici hikâyelerle genişletildiğinden, hikâye içinde hikâyeler vardır. Bu arada Don Quixote'ın ailesi ve dostlan, onun güvenliğinden endişe etmeye başlarlar. Kasaba berberi ve papazı, hanımı Dulcinea'nın, evine dönmesini istediğini söyleyerek. Don Quixote'ı bir kafese girmeye ikna eder ve bir öküz arabasıyla geri getirirler. Şövalye Don Quixote, şimdi şaşkın ve halsizdir; evindekiler ve yeğeni, onu tekrar aralarında görmekten sevinir ve iyileştirmeye çalışırlar.
II. Kitap Don Quixote, sıhhatini yeniden kazanırsa da, aklı hâlâ yerinde değildir. Bir müddet sonra, Don Quixote ve Sancho, tekrar yola çıkarlar. İlkin ne onun ne de Sancho'nun gördüğü, güzel hanım Dulcinea'yı bulmak üzere Toboso'ya giderler. Sancho, artık efendisinin, her şeye inanacak kadar çılgın olduğunu sandığından, rastladıkları ilk köylü kızın Dulcinea olduğunu söyler. Don Quixote, bir köylü kızını aristokratik bir hanımdan hâlâ ayırabildiğinden, Sancho'ya, eğer bu köylü kızı, muhayyilesindeki hanımefendi ise, kötü niyetli büyücülerin ona büyü yaptıklarını ve şeklini değiştirdiklerini söyler. Daha sonraki bölümlerde, Sancho, bu aldatışını pahalı bir şekilde öder.
Don Quixote bir sürü maceradan sonra, onun hayret uyandırıcı maceralarını işiten ve kendisine kaba şakalar yapmaya karar veren Dük ve Düşesin şatosuna ulaşır. Oynanacak oyuna göre. Don Quixote'ın söyledikleri gayet ciddiye alınacak kendisi Sir Lancelot veya Sir Rolan imişcesine eğlendirilecek, hürmet edilecek, sıkıntı ve ümitsizlik içindeki hanımların dertlerine çare bulunması için Don Quixote'tan yardım istenecek; kısacası, Dük'ün komik rolünü oynayacağı fakat Don Quixote için gayret ciddî görüneceği bir piyes sergilenecek. Dük'ün şatosundaki delikanlıların ve hizmetçilerin de yer aldığı bu oyunda, fevkalâde güzel periler ve korkunç cadılar da vardır. Oyun sırasında, Don Quixote'a Sancho'nun poposuna üç bin üç yüz kırbaç vurulmasına müsaade ettiği takdirde, Dulcinea'nın büyüden kurtulacağı söylenir. Don Quixote, Sancho'yu derhal kırbaçlamaya hazırdır, fakat Sancho zamanı geldiğinde, bu cezayı kendisinin uygulayacağını söyleyerek, kırbaçtan kurtulmasını bilir. Dük, Don Quixote'ın, Sancho'ya yaptığı bir vaadi de yerine getirerek, Sancho'ya yönetmesi, için bir ada verir. Baratana denen bu "ada" aslında bir ada değil, Dük'ün malikânesinin sınırları içinde bir köydür. Köy halkına, yeni "vali"lerine itaat etmeleri söylenir. Sancho, okuma yazması olmayan basit bir insan ise de, aptal değildir, görevini, dürüst ve akıllıca yürütün Bununla beraber, sevdiği yemeklerden hiç birisini yemesine müsaade etmeyen resmî doktoru kendisine ıstırap çektirir Köye sahte bir hücum düzenlenir ve Sancho, fena halde dövülür. Sonunda, Sancho, on iki günlük yönetimden sonra, görevinden istifa eder; namusluca yönettiğini ispat etmek için de, valiliğe başlamadan önce cebinde beş parası bulunmadığını ve ayrıldığı zaman da meteliksiz olduğunu söyler Nihayet, Don Quixote, kendi köyünden Sanson Carrasco adındaki bir genç sayesinde bu macerasına son vermek zorunda kalır. Bir şövalye gibi giyinen Sanson, mağlûp olan, galip gelenin emirlerine riayet etmeye söz verdiği takdirde, Don Quixote'u bir düelloya davet eder. Düelloyu Sanson kazanır ve Don Quixote'a evine dönerek bir sene silâh taşımamasını emreder Don Quixote, üzülürse de sözünde durur ve hatta, artık çobanlık yapacağını, kır hayatı ile ilgili şiirlerde anlatıldığı tarzda bir hayat süreceğini söyler. Fakat hastalık, bu projesini uygulamasına imkân vermez. Don Quixote, yatağa düşer, çevresindekileri hayrette bırakarak birdenbire tamamen normal bir insan halini alır Sancho efendisine beraberce çobanlık yapmalan ve Lady Dulcinea'nın tekrar peşinden gitmek için iyileşmesini söylerse de. Don Quixote artık hayallerini reddeder, vasiyetini söyler ve aklı başında bir Hıristiyan olarak son nefesini verir.

Miguel de Cervantes Saavedra Biyografisi:
Miguel de Cervantes Saavedra, bir eczacının oğlu olan Cervantes, Alcala de Heneras’te 1547'de doğdu. Babası, mesleğini yürütmek için, sık sık bir şehirden diğerine gitmek zorunda kaldığından, sistematik bir eğitim yapamadı. Cervantes’in, yaşadığı zaman, Ispanyol tarihinin heyecanlı bir çağı idi. ispanya, Avusturya'yı, günümüzün Belçika ve Hollanda’sını, Napoli’yi, Sicilya’yı, Sardinya’yı, Burgundy’yi ve Almanya’nın bazı kısımlarını içine alan Hapsburg İmparatorluğu’nun bir parçası idi. İspanya, aynı zamanda, büyük bir dünya imparatorluğunun da merkezi idi. Amerika kıtasından ülkeye gelen zenginlik, edebiyat ve güzel sanatların hızla gelişmesine hizmet ediyordu. Bu, Ispanya’nın Altın Çağının başlangıcı idi.
Cervantes, yirmi yaşlarında iken, Ispanya’nın papalıktaki temsilcisi ile İtalya’ya gitti. Henüz tanınmış bir edebî şahsiyet olmamakla beraber, Don Carlos ve Kraliçe İsabelle’in ölümlerinden sonra yazdığı bir kaç şiir ilgi toplamıştı. Cervantes, daha sonra 1570'te, o zamanlar İspanyol toprağı olan Napoli'deki İspanyol donanmasına er olarak girdi. 1571'de Marqueza adlı bir "Kutsal Birlik" (Papalık, İspanya, Venedik Cumhuriyeti, Cenova Cumhuriyeti, Savoy Dükalığı, Malta Şövalyeleri vb.den oluşan bir ekip) gemisiyle denize açıldı ve gemileri 7 Ekim'de Korint Boğazı yakınlarındaki Lepanto Körfezi'nde Osmanlı donanmasıyla savaştı. Miguel burada Türklerle savaştı ve ikisi göğsüne, biri sol eline olmak üzere üç kurşun yarası aldı. Sol eline yediği kurşun nedeniyle hayatının geri kalanında sol elini kullanamadı. 1575 yılının 1 Eylül günü Napoli'den bindiği geminin Katalanya açıklarında Arvanut Mami adlı bir Cezayirli korsanın saldırısına uğraması sonucu Cervantes bu kez de esir düştü. Cezayirli Türkler'in eline geçti ve Cervantes Cezayir’e getirildi. Yanında, Avustralyalı general Don Juan’dan, onun subay olmasını isteyen bir mektup vardı. Böylece kendisinin tanınmış bir kimse olduğu anlaşıldı ve iade edilmesi için İspanyol hükümetinin büyük bir fidye ödemesi istendi. Cervantes, Cezayir’de beş sene kaldı, defalarca kaçmaya çalıştı, yakalandı ve nerede İse öldürülmesine bile karar verilecekti.
Nihayet, İspanyol hükümeti, beş yüz düka altın ödemeyi kabul ettiğinden, Cervantes ülkesine döndü. Kısa bir müddet Portekiz’de görev yaptıktan sonra, 1582’den itibaren kendisini edebiyata verdi. Birçok kitap yazdı ise de, sadece bir kitabı, Don Quixote, kendisine şöhret sağladı.
Çok sayıdaki piyesleri, şöhretine hiçbir şey ilâve etmedi; şiirleri, bir şair olmadığını gösterdi ve La Galatea adlı pastoral romanı da artık okunmuyor. Gayrîmeşru dünyaya gelmiş bir kızı vardı, fakat kızın annesinin kim olduğu bilinmiyor. Cervantes, 1584’te, kendisinden onsekiz yaş küçük olan Catalina Salazary Palacios adında bir kızla evlendi; kız kendisine bir miktar başlık vermişti. Fakat bu çift, birbiri ile anlaşamadı ve çok defa birbirinden ayrı yaşadılar.
Cervantes, uzun müddet, bir devlet memuriyeti peşinde gitti. 1587’de, İngiltere’yi istilâ etmeyi düşünen İspanya ordusunun ikmal şubesine tayin olundu. Bu, kimsenin takdir etmediği zor bir işti. Bir defasında, kendisine verilen emirlere uyarak, bir kiliseye ait eşyayı aldı ve kısa bir müddet için aforoz edildi. 1590'da, Ispanya'nın Amerika’daki müstemlekelerinde bir iş almak istedi ise de, verilmedi. Cervantes’in şuurlu, fakat düzensiz bir yönetici olduğu anlaşılıyor. Hesapları o kadar kötü idi ki, 1597’de, devlet memurluğundan atıldı.
Daha sonraki hayatı hakkında pek az bilgi var. Sadece, son derece fakir bir hayat sürdü ve işte bu sıralarda da Don Quixote’u yazdı.
Kitap, Cervantes hayatta iken, müteaddit baskı yaptı ise de, yazarı kitabı ile zengin olmadı. Hatta Alonzo Fernandez de Avelaneda adlı (muhtemelen takma bir ad) biri, 1614’de, bu kitabın, kendisine göre devamını da yazmamış olsa idi belki kitabın ikinci kısmını da yazmayacaktı. Cervantes, derhal işe koyuldu ve ertesi yıl, II. Kitap’ı yazdı. Kitabın son kısımlannda, edebî çevrelerdeki düşmanlarına hücumlar da vardır. Hayatının son yıllannda yazdıkları arasında, bilhassa bir tanesi, Novelas exemplares (İbret Alınacak Hikâyeler), Don Quixote’un yazarına lâyık bir eser. Cervantes, Ölümünden kısa süre önce 'Los Trabajos de Persiles y Sigismunda' adında bir macera romanı tamamlamıştı ve bu son romanı ölümünden sonra, 1617'de basıldı. Hem Shakespeare hem de Cervantes 23 Nisan günü öldükleri için bu gün UNESCO tarafından "Dünya Kitap Günü" olarak kutlanmaktadır. Her ne kadar iki yazar da resmen 23 Nisan 1616 günü ölmüş olsalar da İspanya ve İngiltere o zamanlar farklı takvimler kullandıkları için Cervantes aslında Shakespeare'den on gün önce ölmüştür. Cervantes'in gömülü olduğu mezarlık yıllar sonra yerinden taşındığı için yazarın tam olarak nerede gömülü olduğu bugün kesin olarak bilinmemektedir.

Yapıtları: La Galatea, El Ingenioso Hidalgo Don Quijote de la Mancha (1605 – Don Kişot'un birinci cildi), Novelas Ejemplares (1613), Segunda Parte del Ingenioso Hidalgo Don Quijote de la Mancha (1615 – Don Kişot'un ikinci cildi), Los Trabajos de Persiles y Sigismunda (1617), Don Kişot (2 cilt) (YKY, 1996)

Yazar ve kitapla ilgili yazılar:

*"Don Quijote"

Romanlarda sözümona «gerçek yaşam»ı aramak gibi ölümcül bir yanlıştan kaçınmak için elden geleni yapacağız. Gerçeklerin kurmacasıyla kurmacanın gerçeklerini uzlaştırmaya çalışmayalım.

Bayanlar baylar, sözünü edeceğim beş yapıt birer peri masalıdır. Don Quijote da, Bleak House da, Ölü Canlar da peri masalıdır. Madame Bovary ile Anna Karenin ise su katılmamış peri masallarıdır. Ama bu peri masalları olmasa dünya gerçek olmazdı. Kurmaca bir başyapıt özgün bir dünyadır; bu yönüyle de okurun dünyasıyla bağdaşması beklenemez.

Kaldı ki, «gerçek yaşam» şişirmesi, bu elle tutulur «olgular» da neyin nesidir ki? İnsan, dirimbilimcilerin silah yerine genlerle birbirlerine saldırdıklarını ya da savaşan tarihçilerin yüzyılların tozu içinde kucaklaşmış yuvarlandıklarını görünce kuşkuya düşüyor. Sözümona ortalama adamın, sözümona «gerçek yaşam»mın ana kaynakları, gazetesi ile beşe indirgenmiş bir dizi duyusu olsa da olmasa da, şu kesinlemeyi yapabiliriz: sıradan adamın kendisi bir kurmaca parçasından, bir istatistik ağından başka bir şey değildir.

Öyleyse «gerçek yaşam» kavramı bir genellemeler dizgesine dayanıyor; sözümona «gerçek yaşam »m, sözümona «olguları» da kurmaca yapıtla ancak genelleme biçiminde ilişki kurar. Kurmaca yapıt genellemelerden ne denli uzaklaşırsa, «gerçek yaşam» açısından o denli az anlaşılabilir demektir. Ya da bir başka deyişle, «gerçek yaşam» genel belirleyici, ortalama duygu, bilinen kalabalık, sağduyusal dünya olduğundan, kurmaca yapıtın ayrıntıları ne denli canlı ve yeniyse, yapıt o denli uzaklaşır sözümona «gerçek yaşam»dan. Bile bile atıyorum kendimi buzlu sulara; buzu kırmaya niyetliyseniz kaçınılmaz bu.

Öyleyse, bu yapıtlarda sözümona «gerçek yaşam»ın ayrıntılı olgusal tasarımını aramak anlamsız. Öte yandan, kurmacayla yaşamın birtakım genellemeleri arasında bir bağıntı vardır. Fiziksel ya da anlıksal acıyı ele alalım sözgelişi; düşleri, deliliği ya da sevecenlik, bağışlama, adalet gibi şeyleri; insan yaşamının bu genel öğelerini ele alalım. Bunların kurmaca ustalarınca nasıl sanata dönüştürüldüğünü incelemenin yararında anlaşmalıyız.

Kendimizi kandırmayalım. Cervantes bir haritacı değil. Don Quijote’nin iğreti sahnesi kurmaca, hem de oldukça yetersiz bir kurmaca. İtalyan öykü kitaplarından fırlamış çağdışı kişilerle dolu akıl almaz hanları, arkadia çobanlan kılığına girmiş hicranlı manzumecilerle dolu akıl almaz dağlarıyla Cervantes’in bu ülkeyi anlatmak için çizdiği görünüm XVII. yy. İspanya’sı için ancak Santa Claus’ un XX. yy.’da Kuzey Kutbu için olduğu ölçüde gerçek ve geçerlidir. Besbelli, Gogol, Orta Rusya’yı ne denli az tanıyorsa, Cervantes de İspanya’yı o denli az tanıyor.

Yine de burası İspanya’dır. Burada «gerçek yaşam»m (bu durumda coğrafyanın) genellemelerini kurmaca yapıtınkilere uygulayabiliriz. Genel olarak Don Quijote’nin serüvenleri, birinci bölümde, Castilla’nın kurak düzlüklerinde, La Mancha’da Argamasilla ile El Toboso köyleri çevresinde, güneye doğru Morena Sıradağları’nda (Sierra Morena) geçer. Çizdiğim haritada bu yerleri bulmanızı öneririm.

Gördüğünüz gibi İspanya dümdüz sözlerle, (bağışlayın, düzlüklerle) 4336 derece enlemler arasında uzanıyor; Massachusetts’den Kuzey Carolina’ya. Kitabın ana eylemi Virginia’nın karşılığı olan bölgede geçiyor. Üniversite kenti Salamanca’yı batıda, Portekiz sınırında bulacaksınız. Madrid ile Toledo’nun güzelliklerine İspanya’nınortasında rastlayacaksınız. Yapıtın ikinci bölümünde gezintinin genel akışı bizi kuzeye, Aragon’daki Saragossa’ya götürür, ama daha sonra değineceğim nedenlerle yazar kararından cayar, kahramanını doğu kıyısındaki Barcelona’ ya yollar.

Bununla birlikte, Don Quijote’nin gezilerini yerbetimsel (topografik) olarak incelersek, dayanılmaz bir kargaşayla yüzyüze geliriz. Ayrıntıları bir yana bırakıp bu serüvenler boyunca her adımda korkunç bir belirsizlikler yığını bulunduğunu belirtmekle yetineceğim. Yazar ayrıntılı ve kanıtlanabilecek, betimlemelerden kaçınır. Bu gezintileri, Orta İspanya’da, kuzeydoğuda Barcelona’ya varıncaya dek, tek bir bildik kente rastlamamacasma, tek bir ırmak geçmemecesine dört ya da altı eyalet boyu izlemek olanaksız gibi görünüyor. Cervantes’in yerler konusundaki bilgisizliği toptan ve sonal: bazılarının az çok kesin başlama noktası olarak benimsedikleri La Mancha bölgesindeki Argamasilla konusunda bile.

Uzamla işimiz bu kadar. Gelelim zamana. Milton’un Paradise Losi’unun yayımlandığı yıl olan 1667’aen geriye, XVII. yy.’ın ilk iki onyılma, günlük güneşlik bir cehenneme kayıyoruz şimdi.

Tunçtan bir alev içinde, eşikten taliplerin üzerine atlayan Odysseus; günahkâr ile yılan bütünleşirken Vergilius’un yanıbaşında dehşetten titreyen Dante; melekleri ateşe tutan şeytan; bunlar ve benzerleri epik adını verdiğimiz bir sanat biçiminde ya da çığırında yer alır. Geçmişin büyük yazınları Avrupa’nın sınırlarında, bilinen dünyanın en uç köşelerinde doğmuşa benzer. Bu köşelerin, güneydoğu, güney, kuzeybatı noktalarının, sırasıyla Yunanistan, İtalya, İngiltere’nin farkındayız. Dördüncü bir nokta da güneybatıda İspanya.

Epik biçimin evrimine, ölçülü derisinden sıyrılıp, uyaklarının kemikleşmesine; kanatlı canavar epikle, eğlendirici düzyazı anlatının birden, doğurgan bir çaprazla çiftleşmesine; benzetmeyi başarısız da olsa sürdürürsek, yan evcilleşmiş bir memelinin doğuşuna tanık olacağız şimdi. Sonuç, doğurgan bir melez, yeni bir tür, Avrupa romanıdır.

Kısacası yer İspanya; zaman da 1605-1615 arası; kolayca toparlanıp başa çıkılabilecek bir onyıl. İspanyol yazını gelişmekte; Lope de Vega, çağdaşı Miguel de Cervantes, Saavedra’nın yazdığı bir kucak dolusu oyun gibi, artık günümüzde yaşamayan beş yüz oyun yazıyor. Bizim adam usulca köşesinden çıkmakta. Yapıtlarının girişinde kolayca bulabileceğimiz yaşam öyküsüne ben yalnızca birkaç dakika önyargıyla göz atacağım. İşimiz yapıtlarla kişilerle değil. Her şeyi Saavedra’nın kırık dökük kaleminden öğreneceksiniz, benden değil.

Miguel Cervantes Saavedra (1547-1616); William Shakespeare (1564-1616). Cervantes doğduğunda İspanya İmparatorluğu gücünün ve ününün doruğundaydı. En kötü dertleriyle en iyi yazını yüzyılın sonunda baş gösterdi. Cervantes’in yazınsal çıraklığından, 1583’ten başlayarak Madrid yetersiz uyakçılarla, az çok incelmiş castilla düzyazıcılarıyla alabildiğine canlıydı. Daha önce de söylediğim gibi oyun yazarı Cervantesi tümüyle gölgede bırakan ve yirmi dört saat içinde, bir oyun için gerekli tüm şakaları ve ölümleri yerli yerine koyarak koskoca bir oyun yazabilen Lope de Vega vardı İspanya’da. Cervantes de vardı; asker, ozan, oyun yazarı, görevli (talihsiz İspanyol Armadası için halktan buğday toplama görevi karşılığında günde 60 sent kazanıyordu) olarak başarısızlık örneğiydi. Sonra, 1605’te Don Quijote’nin birinci bölümünü yazdı.

Don Quijote’nin her iki bölümünün de yaratıldığı yıllarda, 1605 ile 1615 arasında, yazın dünyasına çabucak bir göz atmaya değer. Gözlemcinin ilgisini çeken şudur : Avrupa’nın her yanını, İtalya, İspanya, İngiltere, Polonya, Fransa’yı sarmış, nerdeyse, hastalığa varan bir sone yazma çılgınlığı; bir duyguyu, imgeyi ya da düşünceyi beş yedi uyaklı yaldızlı parmaklıklar ardında (Latin ülkelerinde beş, İngiltere’de yedi) on dört dizelik bir kafese koymak için garip ama çok da aşağılanamayacak bir dürtü.

Bir de İngiltere’ye göz atalım. Elizabeth devrinin göz kamaştıran son parıltılarında Shakespeare’in değer biçilemeyecek tragedyaları —Hamlet (1601), Othello (1604), Macbeth (1605), Kral Lear (1608)— ya yazılıyordu ya da yeni yazılmıştı. (Gerçekte, Cervantes deli şövalyesini yaratırken, Shakespeare de belki deli kralını yaratıyordu.) Shakespeare’in koyu gölgesinde, Ben Jonson, Fletcher ile birkaç oyun yazarı —sık bir yetenek örtüsü— gelişti. Kendi türünün varabileceği doruktaki Shakespeare soneleri 1609’ da yayımlandı; Kutsal Kitap’ın Kral James basımı, o güçlü düzyazı anıtı da 1611’de çıktı. Milton 1608’de, Don Quijoie’nin birinci ve ikinci bölümlerinin basım tarihleri arasında doğmuştu. İngiltere’nin Virginia kolonisinde Kaptan John Smith A True Revelation adlı yapıtını 1608’de, A Map of Virginia’yi 1612’de yayımladı. Pocahontas’ın öyküsünü anlatan, kabasaba ama güçlü bir anlatıcı, bu ülkenin kolonilerdeki öncüleri arasından çıkan yazarlardan ilkiydi.

Fransa için bu onyıl, ozan Ronsard ile denemeci Montaigne’in göz kamaştıran renkli devresinin hemen ardından, iki büyük çağ arasında kısa bir düşüş devresiydi. Şiir solgun yüzlü yetkinlik düşkünleriyle, ünlü ve etkili Malherbe gibi yetkin uyakçılar ama güçsüz hayalcilerin elinde ağırbaşlı ölümüne gidiyordu. Honoré d’Urfé’nin L’Astrée’si gibi anlamsız duygusal romanlar çağıydı. Ne bundan sonraki gerçek büyük ozan La Fontaine doğmuş, ne de Racine ile Molière gibi oyun yazarları sahneye çıkmıştı daha.

İtalya’da, tüm düşüncenin kuşku altında olduğu, sözün engellendiği, XVI. yy. ortasında başlayan bir baskı ve kıyım çağında bu on yıl, Giovanni Marini ile çömezlerinin abartılı, garip kalıpları, akıldışı benzetmeleri ötesinde söz etmeye değer hiçbir şeyi olmayan tumturaklı bir şiir çağıdır. Ozan Torquato Tasso on yıl önce, trajik biçimde sürüklediği yaşamını bitirmiş; büyük bağımsız düşünür Giordano Bruno daha yeni yakılmıştı (1600).

Almanya’ya gelince, Alman rönesansı (1600-1740) denilen çağın eşiğini oluşturan bu on yıl süresince hiçbir büyük yazar yoktur. Fransız yazını birçok önemsiz ozanı son derece etkiliyordu; İtalyan yazın topluluklarını örnek alan sayısız topluluk vardı.

Rusya’da XVI. yy. sonunda Korkunç İvan’ın ateşli yazıları ile (XIX. yy. rönesansından önce) tüm Rus yazarların en büyüğünün, Başpapaz Avvakum’un (1620-1681) doğumu arasında, uzatmalı bir baskı ve yalnızlık çağında ayırt edebileceklerimiz, ortak peri masalları, destan kahramanlarının yiğitliklerini söze döken türkücülerin tekdüze öyküledikleri uyaksız şiirlerdir. (Bu, Bwilina ların en eski metni 1620’de bir İngiliz, Richard James için yazılmıştı). Rusya’da, Almanya’da olduğu gibi, yazın daha ana karnındaydı.

Birtakım eleştirmenler, çoktan ölmüş belirsiz bir azınlık, Don Quijote’nin günü geçmiş kaba bir güldürüden başka bir şey olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Başkaları da Don Quijote’nin şimdiye dek yazılmış en büyük roman olduğunu öne sürdüler. Yüz yıl önce heyecanlı bir Fransız eleştirmen, Sainte Beuve, «insanlığın kutsal kitabı» dedi ona. Bu büyücülerin etkisine kapılmayalım.

Viking basımında, çevirmen Samuel Putnam, Don Quijote üzerine Bell ile Krutch’ın yazdıklarını öneriyor. Bu kitaplardaki birçok şeye şiddetle karşı çıkıyorum. Şu tür savlara karşıyım: «(Cervantes’in) algılama gücü, Shakespeare kadar duyarlı, kafası aynı ölçüde esnek, düşlemi onun kadar etkin, güldürü yetisi de bir o kadar ustacaydı.» Hayır, olamaz, Shakespeare komedyalarıyla sınırlasak bile Cervantes hepsinin gerisinde kalır. Don Quijote, Kral Lear’ın seyisi olabilir ancak, hem de başarılı bir seyis. Cervantes ile Shakespeare’in eşdeğerli olduğu tek durum yaptıkları etki ve ruhsal uyarıdır; yapıtta yaratılan, ama yapıttan bağımsızca yaşamını sürdürebilen bir imgenin, alımlamaya hazır gelecek kuşaklar üzerine düşmüş uzun gölgesinden söz ediyorum. Oysa, Shakespeare’in oyunları ilettikleri gölgeden ayrı, kendi yaşamlarını da sürdüreceklerdir.

Her iki yazarın da 1616’da, Ermiş George Günü’nde, Bell’in bilmiş ancak yanlış yargılamasıyla «düzmece görünüşlerin ejderhasını boğazlamak üzere birleştikten sonra» öldükleri belirtiliyor: boğazlamak bir yana, Cervantes de, Shakespeare de bu sevimli canavarı yanar döner pullarıyla melankolik bakışlarının da tadına varılabilsin diye, her biri kendi bildiği gibi tasmalayıp sergileyerek yazının sonsuzluklarında dolaştırdılar. (Bu arada, 23 Nisan’ın her ikisinin ölüm günü —benim de doğum— olduğu benimsenmişse de, Cervantes ile Shakespeare ayrı takvimlere göre bu günde öldüler; her iki tarih arasında on günlük bir süre var.)

Don Quijote’nin çevresinde dalga dalga yükselen gürültülü bir düşünce çatışması duyuyoruz; kimileyin, Sancho’nun güçlü, ayakları yerde ama sıradan kafasının çınlayışıyla, kimi kez de Don Quijote’nin değirmenlere saldırısındaki öfkeyi anımsatarak sürüyor. Katolikler, protestanlar, cılız gizemciler, şişman devlet adamları, Sainte Beuve, Turgenyev, Brandes türü, iyi niyetli ama ağzı kalabalık, çoktan göçmüş eleştirmenler, trilyonlarca kavgacı okullu, yapıtla yaratanı hakkında çatışan görüşlerini dile getirdiler. Aubrey Bell gibi, hiçbir başyapıtın evrensel bir kilisenin yardımı olmadan oluşturulamayacağını düşünenler de var. Bell, «İspanya’daki kilise sansürcülerinin hoşgörülü tavrı »nı övüyor ve Cervantes ile kahramanının iyi yürekli karşı reformcuların bağrında iyi yürekli katolikler olduğunu ileri sürüyor. Tersine, Cervantes’in reformcularla birlik olduğunu sezdiren birtakım kavgacı protestanlar da var. Bell, yapıttan alınacak dersin, Don Quijote’nin kendini bilmezliği olduğunu; yalnızca kilisenin etkinlik alanı olan kamu yararına bir şeyler yapmaya yeltenme budalalığı olduğunu söyler.

Onun yandaşları da Cervantes’in engizisyonla Lope de Vega ile Velazquez gibi pek az uğraştığını, bu yüzden yapıtta papazlara takılınan yerler varsa bunların bütünüyle iyi niyetli, aile arası alaylar, kilise içi manastır şakaları, gül bahçesinde birer şenlik olduğunu öne sürerler. Başka birtakım eleştirmenlerse kesinkes tam tersi bir görüşü benimseyip Cervantes’in Don Quijote’de, sert bir protestan yorumcu olan Duffield’in «Roma törenleri» ya da «papaz işkencesi» diye adlandırdıklarına karşı öfkesini korkusuzca dile getirdiğini, çok da başarılı olmadan kanıtlamaya çalışırlar. Aynı yorumcu yalnızca Don Quijote’nin bir saplantı içinde olmakla kalmadığını, tüm «İspanyanın XVII. yy.’da aynı sayrıl delillerle tek bir düşünceye (ülkeyi yönetme) saplanmış adamlarla dolup taştığı» sonucuna varır. Çünkü eleştirmenin kesinlemelerle ortaya attığı gibi, kral, engizisyon, soylular, kardinaller, papazlar, vb., topu birden tek bir baskın inancın etkisindeydiler: cennete giden yol demir kafesli bir kapıdan geçiyordu, anahtarları da onların elindeydi.

Bu tür dinsel ya da din dışı, şeytanca ya da ağırbaşlı engellemelerin tozlu yolunu sürmeyeceğiz. Cervantes’in iyi ya da kötü bir katolik olup olmaması, giderek, iyi ya da kötü bir insan olup olmaması bile bir şey değiştirmez; gününün koşullarına karşı benimsediği tutumu da, her ne idiyse, pek önemsemiyorum. Kişisel olarak ben daha çok bu koşullara hiç de aldırış etmediği görüşünü paylaşmaya eğilimliyim. Bizi gerçekten ilgilendiren şey yapıtın kendisi, belli bir İspanyolca metnin az çok yeterli bir İngilizce çevirisidir. Metinden yola çıkarak, kuşkusuz, belki de yapıtın kendi dünyasını aşan bir ışıkta ele alınması gereken birtakım törel sezdirimlerle karşılaşırız; bu dikenlere gelip çattığımızda irkilmeyeceğiz. «L’homme n’est rien l’oeuvre est tout.» (Yazar bir hiç, yapıt her şeydir.) der Flaubert. Birçok sanat için sanat adamında çıkmaza girmiş bir töreci yaşar; Don Quijote’nin töreciliğinin, yapıtın birtakım bölümlerinin kabuk tutmuş yarasına irdeleyici bir laboratuvar ışığı tutan bir yanı var.

Romanlar tekkuşaklı ve çokkuşaklı olarak ikiye ayrılabilir. Tekkuşaklı tek bir ana insan varlığı çizgisi olanlar. Çokkuşaklı böyle iki ya da daha çok çizgisi olanlar. Bir ya da birden çok yaşam öyküsü her bölümde sürebilir ya da yazar benim açı adını verdiğim ana bakış ile yan bakışı kullanabilir. Yan Açı, Ana yaşam ya da yaşamların etkin olduğu ama bu ana yaşamları yan kişilerin tartıştığı bölümlerle kesilen bölümler. Ana Açı Çok kuşaklı romanlarda yazarın bir yaşamı anlatırken tümüyle bir başkasına geçişi ve geri dönüşü. Birçok yaşam uzun süre ayrı sürdürülebilir, ancak yazınsal bir biçim olarak çokkuşaklı romanın özelliklerinden biri bu yaşamların şu ya da bu noktada ama kesinlikle karşılaşmasıdır.

Örneğin, Madame Bovary neredeyse hiç açı değişikliği olmayan tekkuşaklı bir romandır. Anna Karenin ana açı değişimleri olan çokkuşaklı bir romandır. Don Quijote hangi türden? Birkaç açı değişimli bir buçuk kuşaklı roman denilebilir. Şövalye ile seyis aslında tek kişi, zaten seyis şövalye olma çabasında; ancak ikinci bölümde belli bir noktada yolları ayrılıyor. Yazar, Sancho’nun adasıyla Don Quijote’nin şatosu arasında ne yapacağını bilmez bir tavırla mekik dokurken açı değişimleri çok acemice. İkisi bir araya gelip de doğal şövalyeileseyisi bileşimine dönünce işin içindeki herkes —yazar, kişiler, okur— rahat bir soluk alıyor.

Yöntem yerine konu sorunlarına yönelen bir başka bakış açısından, çağcıl romanlar, aile romanları, (çoğunlukla ben anlatımıyla aktarılmış) ruhbilimsel romanlar, giz romanları, vb. gibi türlere ayrılabilirler. Büyük yapıtlar çoğunlukla bu türlerin değişik bileşimleridir. Her neyse, daha fazla bilmişlik taslamayalım. Çok az değerli ya da hiç sanat değeri olmayan, gösterişçi yapıtlarla uğraşmaya zorlandığımızda ya da öte yandan, doldurulmuş kartal niteliğindeki bir başyapıtı kalkıp bir kuş yuvasına sığıştırmaya çalıştığımızda, tür sorunu ilginçliğini yitiriverir ve sorun bütünüyle çekilmez derecede sıkıcı olabilir.

Don Quijote çok eski, çok ilkel bir roman türüne girer. Bağlarla örtülü tepeler kadar eski; kahramanı kurnazın, başıboş tembelin, şarlatanın ya da eğlenceli serüvencinin biri olarak pikaresk — İspanyolca serseri anlamında picaro’ dan— romanla yakın akrabadır. Bu kahraman oldukça toplumdışı ya da topluma karşı bir amaç güderek, renkli, birbirine gevşek bağlarla örülü, güldürü öğesinin, lirik ile trajik amaca baskın çıktığı bir dizi olayda, bir işten ötekine, bir şakadan ötekine gider. Yazarın, belli bir törel iletinin devlet ya da kilise tarafından benimsetilmeye zorlandığı bir siyasal baskı çağında kahraman olarak bir boş gezenin boş kalfasını seçmesi; serseri, serüvenci, deli, temelde toplumdışı ve sorumsuz olduğundan, yazarın böyle bir seçme yaparak kahramanın toplumsal —dinsel— siyasal artalanını ilgilendiren herhangi bir dokunca yaratabilecek sorumluluktan kurnazca kaçınması, çok anlamlıdır.

Hayalci Don’umuzun serüvenlerinde, biri cılız öteki şişko iki grotesk roman kişisinin çektiklerinden daha çoğunu görürüz hiç kuşku yok, ama yapıt temelde ilkel bir biçime dayanır; o gevşek örgülü, gelişigüzel çatılmış, türlü renklerle bezenmiş pikaresk türde yazılmış, ilkel okurca da böylece benimsenip tadına varılmıştır.

Okuyacağımız öteki romancılar yoluyla da, bir bakıma, Don Quijote hep bizimle kalacak. En önemli ve unutulmaz özelliğini, yani o yabansı soyluluğunu, kasvetli evin Quijote’ınsı efendisi John Jarndyce’de, tüm kurmaca dünyasındaki en çekici ve yakın kişilerinden birinde farkedebileceğiz. Gogol’ün Ölü Canlar romanına gelince, sözde pikaresk örgesinde ve kahramanının üstlendiği garip arayışta, Don Quijote serüvenlerinin hastalıklı bir gülünçleşmesini, tüyler ürperten yankısını kolayca ayırt edebileceğiz. Flaubert’in Madame Bovary romanındaysa yalnızca hanımın kendisinin neredeyse bizim kasvetli soylumuz kadar delicesine romantik dolambaçlara daldığını farketmekle kalmayıp, daha da ilginç bir şeyi bulgulayacağız: son derece inatla, o çetin yapıt oluşturma serüveninin ardında koşarken Flaubert’e, büyük yazarların en belirgin özelliğiyle, yılmaz sanatın dürüstlüğüyle tam bir Don Quijote denebileceğini görürüz. Son olarak Tolstoy’un Anna Karenin’inde kararlı şövalyeyi, ana kişilerden birinde, Lyovin’de belli belirsiz ayırt edebileceğiz.

Bu yüzden Don Quijote ile seyisini uzaklarda alevlerle yanan bir günbatımına doğru ağır ağır ilerleyen iki küçük karaltı olarak; biri özellikle uzamış, iki koca kara gölgenin de yüzyılların bozkırından uzanarak buraya bize ulaştığını düşlemeliyiz.

Öyleyse, nedir son yargımız?

Don Quijote kendi gerçek değerlerinden çok, dört bir yana yayılan etkileri açısından önemli olan o yapıtlardan biri. Yapıtın dış ülkelerde hemen çevrilmesi anlamlıdır. Aslında birinci bölümün İngilizce çevirisi ikinci bölüm İspanyolca yayımlanmadan, 1612 gibi erken bir tarihte yapıldı. Fransızca ilk çeviri de 1614’te yapılmakla birlikte, yine erken sayılır. O günden bugüne değin yalnızca Fransızca elli ayrı çeviri, ilkini izledi. (Moliére’in, en ünlü Fransız oyuncu ve oyun yazarının 1660’ta Don Quijote‘nin bir bölümünü Fransız sahnesine uyarladığını düşünmek eğlenceli). İngiltere ile Fransa yolu açtıktan sonra aşağıdaki çeviriler yapıldı: İtalya 1622, Hollanda 1657, Danimarka 1676, Almanya 1794, daha sonra da Rusya. Örneğin Almanya’da sırasıyla 1621 ile 1682’de yapılan alıntı ya da uyarlamalar bir yana, özgün metnin eksiksiz çevirilerini sayıyorum.

Sancho için söylenecek pek bir şey yok. Yalnızca efendisi varoldukça var o. Her tıknaz oyuncu kolayca canlandırabilir onu, güldürü öğesini de geliştirebilir üstelik. Ama Don Quijote’ye gelince iş değişir. Onun yarattığı imge karmaşık ve elde avuçta tutulamıyor. En başlangıcından beri, özgün metinde Don Quijote kişiliği, çoğalan bir gölgeler dizisidir:
l) Başlangıçtaki Señor Quijana, kendi halinde taşralı;
2) Sonuçtaki İyi Yürekli Quijano, taşralı savıyla Don Quijote karşı savının bireşimi;
3) Cervantes’in yapıta «gerçek öykü» tadı katmak için geride bir yerlere kurnazca yerleştirdiği «özgün», «tarihsel» olduğu varsayılan Don Quijote;
4) Düş ürünü arap tarihçi, Cid Hamete Benengeli’nin, yaratırken İspanyol şövalyesinin yiğitliğinin değerini vermediği alaycı bir biçimde sezdirilen Don Quijote’si,
5) Birinci Bölümün Mahzun Yüzlü Şövalyesinin yanıbaşında İkinci Bölümün Don Quijote’si, Aslanlar Şövalyesi;
6) Carrasco’nun Don Quijote’si;
7) Gerçek İkinci Bölümün ardında gizlenen düzmece uzantı, Avellaneda’nın Don Quijote’si.

Böylece tek bir yapıtta bir araya gelip bölünen, sonra yine birleşen, en azından yedi rengi var Don Quijote izgesinin. Bir de, yapıtın çevreni ötesinde, bir yanda güvenilmez çevirmenlerin pislik çukurlarında, öte yanda yapıtın hakkını veren, doğru sözlü çevirmenlerin seralarında dünyaya gelen Don Quijote ordusu var. İyi yürekli şövalyenin tüm dünyada çoğalıp yayılmasına, sonunda hiçbir yerde yabancılık çekmemesine şaşmamalı: Bolivya’da bir karnaval kişisi, Eski Rusya’da soylu ama korkak siyasal heveslerin soyut simgesi.

İlginç bir görüngü ile karşı karşıyayız: kendisini doğuran yapıtla ilişkisini gitgide yitiren, anavatanını, yaratıcısının masasını yüzüstü bırakıp, önce İspanya’yı, sonra da uzayı dolaşan bir yazınsal kahraman. Sonuçta, Don Quijote bugün Cervantes’in dölyatağında olduğundan daha büyük. Üç yüz elli yıldır insan düşüncesinin balta girmemiş ormanlarıyla tundraları içinden geçiyor, canlılığı ile ululuğu artıyor. Artık ona gülmüyoruz. Taşıdığı zırh acıma, bayrağı güzellik. İnce, kimsesiz, özverili, yiğit olan her şeyin simgesi. Gülünçleme bir erdem örneğine dönüştü artık.

*Vladimir Nabokov - Edebiyat Dersleri S: 227

_____________

*"Eleştiri"

Don Kişot’un diğer özellikleri ne olursa olsun, şövalyeliği alaylı bir tarzda hicveden bir eser olduğundan şüphe edilemez. Bu kitapları, günümüzde bilginler ve uzmanlar dışında, okuyan pek bulunmadığından ve Kral Arthur gibi bir kimse dahi artık çocukların muhayyilelerini harekete geçirmediğinden, Cervantes’i bugün okuyan biri, yazarın ölmüş eşeği kamçıladığını sanabilir. Ama onaltıncı asırda, bu tür kitaplar popülerdi. Bunlar arasında en fazla okunanı, Ariosto’nun, 1532’de yayımlanan Orlando Furiose (Öfkeli Orlando) adlı kitabı idi. Tabiî, şövalyelik artık kaybolmuştu, fakat yine de, karakteri eski idealle geliştirilen insanlar hâlâ görülüyordu veya kısa bir müddet öncesine kadar vardı. “Le chevalier sans peur et sans reproche” (kusursuz ve korkusuz şövalye) diye bilinen Bayard 1524’de öldü ve Cervantes’in patron ve hâmisi AvusturyalI Don John da, haçlı seferlerine katılan en son şövalyelerdendi. Cervantes’ten bazen, alayları ve hicivleriyle, orta çağların ideallerine ölüm darbesini indiren adam diye bahsolunur. Fakat onu bu açıdan görmek, onun görüşünü çok basitleştirmek olur. Gerçi Don Quixote, şövalyeliğin romantik gelenekleriyle alay ederse de, Cervantes’in kendi karakterinde, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde şövalyelik vardı. Cervantes, şövalyelerin başlarından geçtiği söylenen maceraların hakikatten son derece uzak olduğunu idrak etti ise de, onlara olan sempatisini de devam ettirdi.

Cervantes’in, kahramanı karşısındaki muğlak tutumunu anlamaya çalışırken, onun bu kararsızlığını da gözönünde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Kitabın bazı bölümlerinde, Don Quixote, sadece gülünç bir insan.

Böylece kendisinin hazırladığı oyunlarla kendisini gülünç durumlara soktuğu zamanlarda, ona pek az sempati duyuyoruz. Bu gibi hallerde, ahmak ve ihtiyar bir adamdır ve başma gelenlerden tamamen kendisi mesuldür. Bu bölümler, ekseriya hikâyenin başlarında roman geliştikçe.

Don Quixote’m, bütün çılgmlıklarma rağmen, yaradılıştan vakur ve haysiyet sahibi bir insan olduğu anlaşılır. Bilhassa II. Kitapta, kendisine saygısı olan, ağırbaşlı nazik, vakur ve hürmete değer bir insan olarak yücelir. Öte yandan, çevresindeki Dük ve Düşes gibi aklı başında insanlar zalim ve bayağı görünürler. Don Quixote, Dük’ün şatosuna geldiği sırada, artık okuyucu kendisini tamamen benimsemiş, sevmiştir. Biz şimdi bu eski şövalyeyi, şövalyelik taslamasına rağmen değil, kapıldığı hayallerden ötürü sevmeye başlıyoruz. Bu kitap, şu halde bir komedi olmasına rağmen, aşağı seviyede bir komedi veya sahtekârlık değil, alayın, şefkat ve anlayışla yumuşatıldığı, mizahın sevgi ve merhamete çok yaklaştığı, gayet İnsanî ve öğretici bir komedidir.

En ciddî bir noktadan ele alındığı takdirde. Don Quixote, realite ve hayalin mahiyetinin felsefî bir araştırılması olarak düşünülebilir. Her bölümde bu mesele ile karşı karşıyayız. İlkin (kolaylıkla görmemezliğe gelinecek), tahayyülî Arap tarihçisi Cid Hemata Benengeli meselesi vardır ki, Cervantes, Benengeli’nin güvenilir bir tarihçi olmayacağını ikaz etmesine rağmen, hikâyenin kaynağı olarak onu gösterir; böylece, kahramanın gerçek şaşaasını kıskançlıkla küçültmek istemiş olabilir. Sonra, Don Quixote hakkında, Avellaneda tarafından yazılmış uydurma hikâyeler var. Cervantes, bize bunların masal olarak reddedilmesi gerektiğini söylüyor. Kısacası, Cervantes, diğerlerinin gerçek olmayan hikâyelerine karşı bizi ikaz ederek, kendi hikâyelerine bile tamamiyle güvenilemeyeceğini söylemesine rağmen, kendi anlattığı hikâyelerin doğru olduğuna okuyucuyu hemen hemen inandırıyor.

Realite ve hayal meselesi, şu soruda daha da ısrarlı bir şekilde ortaya çıkıyor: Don Quixote ne derece çılgın bir adam? Gerçekten, psikiyatrik standartlara göre, realite dünyasından sıyrılarak bir hayal dünyasına daldığı zamanlar var. Diğer zamanlarda, onun tek saplantısıyla ilişkili olmayan bütün konularda, aklı başında bir insan. Mark Van Doren, onun belki bir rol yaptığını, tıpkı Süpermen rolünü oynayan bir çocuğun kendi oyununun kendisini aldatmadığını bildiği gibi, o da ne yaptığını tamamen biliyor.

Üstelik, onun bu rolü, boşuna giden bir hareket değildir; zira böylece, taklit ettiği şeyi yaratmış oluyor. Kendisinin bir şair olduğunu sanan bir kimse, eğer fevkalâde şiirler yazabilirse, artık âdeta şairmiş gibi hareket etmez.

Don Quixote’ın şövalyelik karşısındaki tutumu bu. Kendi yaşadığı soysuzlaşmış çağda, şövalyeliğin artık hemen hemen hiç kalmadığını söylemekle beraber, insanlar, şövalyeler gibi düşünür, hisseder ve hareket ederlerse, realitede de bir şövalye olacaklarını anlatıyor. Böylece, neyin hayal, neyin realite olduğunu ayırmak zorlaşıyor. Realite, insanların yaşadıkları hayal dünyasıdır.

Don Quixote’un realitesinin, kendisini, herkese kabul ettirmesi gerçekten hayret uyandırıyor. Meselâ, Don Quixote’un, kendisine sadakatle hizmet ettiği takdirde, Sancho’yu, bir adanın valiliği ile mükâfatlandıracağı vaadini ele alalım. Sancho, şüphesiz, pek inanmıyor, şüphe içinde; fakat gayet samimî bir şekilde yapılan bir teklifi de reddetmiyor, temkinli ve zarif hareket ediyor. Ardından, Sancho’nun bu hayali, inanılmayacak şekilde gerçekleşiyor. Gayet kötü bir şaka yapmayı düşünen Dük, çevresindekilere ve birkaç bin kişinin yaşadığı bir köy halkına.

Don Quixote’ın çılgın hayalinin âdeta gerçekleşmişçesine hareket etmelerini emreder. Böylece Don Quixote, istediğini yapar ve diğerleri birer aptal rolünde görünürler.

Sancho’ya gelince, görevini öylesine ciddiye alır ve "ada”sını o kadar iyi yönetir ki, mevkiini terkettikten sonra dahi, uzun müddet iyi bir insan olarak hatırlanır. Artık alay edilen insan Dük’tür. Romanın nihaî istihzası, son bölümlerde ortaya çıkıyor. Ölüm yatağındaki Don Quixote, uyumadan önce bütün oyuncaklarını bir kenara koyan bir çocuk gibi, bütün hayallerini reddediyor. Belki bütün bu hayallerinin birer oyuncak olduğunu biliyordu. Fakat şimdi Sancho, oyuna devam etmesi için ona yalvarıyor. İyileştiği takdirde, beraberce güzel Dulcinea’yı yeniden aramaya koyulacaklarını söylüyor. Artık oyun tamamen tersine dönmüş durumda, kimin akıllı adam ve kimin aptal olduğunu şimdi bilemiyoruz.

Gerçekte, bu hikâyenin göz alıcı noktalarından biri, şövalye ve uşak rollerini oynayanların, bir tek adam haline gelinceye kadar beraberce büyüdükleri, geliştirdikleridir. Başlangıçta, bu iki insan, birbirinden kutuplar kadar uzaktalar. Efendisinin çılgın biri olduğuna inanan Sancho, onunla devamlı münakaşa eder veya nasihat etmeye çalışır. Bazen kavga ederler. Aylarca aynı tecrübeleri paylaştıktan sonra, şahsiyetleri birbirininki ile karışıyor, her biri diğerinin konuşma üslûbunun bir kısmını benimsiyor.

Sancho, şövalyeliğin gerektirdiği "saray” konuşma tarzının bazı kısımlarını öğrenirken. Don Quixote de, halk ağzı ile atasözleri ile konuşmaya başlıyor. İkisinin ortaklığı, âdeta, vücut ve ruh arasındaki bir ilişki gibi görülüyor, tartışmaları da ortaçağların sonlarında, edebî türde sık sık başvurulan bir diyalog şeklini, debat de corps et coeur’u (ruh ve vücut arasındaki diyalog) akla getiriyor. Aynı şekilde, biz bu iki kişiyi, hepimizde mevcut olan akıl ve hayal veya pragmatizm ve idealizm arasındaki gerginliği temsil eden insanlar olarak da ele alabiliriz.

İşte, Don Quixote’un, asırlar boyunca sağladığı popülaritesinin ve ölmezliğe hak kazanışının sırrını burada aramalıyız. Roman, çürümekte olan bir müessese ile alay etmiyor. Ele aldığı tez, daimî ve evrensel. Parlak zırhlı elbisesi içinde dünyayı dolaşan ve kahramanca işler yapan şövalye, insan hayalinin daimî ve ilk örneğidir. Bazen ona, Herkül yahut Perseus, Amadis veya Roland, Davy Crockett veya Süperman ya da Batman da denir. İnsan hayali, bu kahramanlık numuneleri yanında bir antikahraman yaratır ki, onun, pratik ve günlük hayata yönelik şahsiyeti, adaşında bulunmayan yönleri ve parçaları tamamlar. Böylece, Prens Hal'ın Falstaff’ı Sherlock Holmes’ın Doktor Waltson’u vardır. Her biri, diğeri için gerekli ve her biri kendi hayatımızın bir parçasıdır.

*Abraham H. Lass, 100 Büyük Roman, S:23

_____________

*"Karakter tanıtımı"

Bizim soylu bey elli sularındaydı; yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıftı; sabahları pek erken kalkar, avdan hoşlanırdı. (...) Şunu bilmek yerinde olur: bizim soylu bey boş kaldığı zaman (hemen hemen bütün yıl boştu), vaktini şövalye romanlarını okumaya harcardı; yalnız, bu işi büyük bir tutkuyla yapar, avı ve öteki işlerini hemen tümden unuturdu; sonunda o kadar ileri gitti ki, verimli topraklarından birkaçını satıp şövalye romanları aldı; bulabildiği bütün kitapları evine doldurdu. (Saavedra Miguel de Cervantes, Don Quijote, çev. Bertan Onaran, Sosyal Yayınları, 1992.)

Don Kişot edebiyat tarihinin en ünlü birkaç kahramanından biridir. Hamlet, Polyanna, Odysseus, Küçük Prens gibi diğer ünlü kurgu kahramanlarından daha yaygınlıkla tanınır ve belki hepsinden daha fazla sevilir. Onu Cervantes’in romanından tanıdığını bile unutur insan; hayallerinin peşinde koşmasına saygı duyar, dünyanın acı gerçeklerinin onu yenmesine üzülür, zayıfların güçlüler karşısında ezilmelerine karşı duyduğu heyecanı destekler, ama bir yandan da bu yaşlı şövalyenin çaresizliğine güler.

Miguel de Cervantes, 53 yaşında Don Kişot’u (Türkçeye Don Quixote ya da Don Quijote olarak da çevrilmiş) yazarken, yaşlanmasıyla hayatında azalan heyecanın etkisiyle, macera dolu gençliğine nostaljik bakıyordu: Birini yaraladığı için on yıl sürgün yemesi, İnebahtı Körfezi’nde savaşması, sol elini kaybetmesi, esir düşmesi, yolsuzluk iddialarıyla işinden kovulması, hapse atılması ve maddi sıkıntılar içinde geçen yaşamı, ona fazlasıyla macera romanı malzemesi sunmuştu.

Don Kişot’u o dönemde çok moda olan şövalye romanslarına bir taşlama olarak tasarlamıştı. Şövalye maceraları okumaktan beyni sulanan, gerçeklikle bağını koparan, aklı karışık yaşlı şövalyenin, cılız atı Rosinante ve gerçekliğe bağlı, çıkarcı, girişimci, günün adamı olmaya aday Sancho Panza ile giriştiği maceralar, romanın kurgusunu oluşturur. Şövalye, her macera romanında olduğu gibi, kendine kurtarılacak bir sevgili bulmalıdır. Serüvenin amacı olarak bir zamanlar sevdiği güzel köylü kızını yavuklu seçer ve ona soylu bir hanıma ya da prensese yakışacağını düşündüğü Dulcinea del Toboso adını verir.

Cervantes, romanın ilk satırlarından itibaren, Don Kişot’un yarım akıllı ya da delirmiş olduğunu sıkı sık söyler. Aslında Cervantes, Mağripli Arap Cide Hamete Benengeli adlı bir yazarın hikâyesini ikinci elden anlattığını söylerek başlar. Başkahramanı sevmemiz ya da onu anlamamız için hiçbir gayret sarf etmez, aksine kahramanına karşı tavrı “tanımazlık” olarak açıklanabilir. Bırakır Don Kişot kendini uzun açıklayıcı monologlarla tanıtsın; fikirlerini, ahlak değerlerini, yazarın önyargıları araya girmeden anlamamızı sağlasın. Bu arada yeri geldiğinde yazar da (Benengeli ardında Cervantes) Don Kişot’un davranışlarını anlamsız ve aptalca bulduğu hissini vermekten kaçınmaz ve sürekli beyninin sulandığından, delirdiğinden söz eder. Bu şekilde Cervantes, Don Kişot ile okur arasından tamamen çekilir ve okurun kendi başına onu tanımasına fırsat tanır. Özellikle bu nedenden dolayı Don Kişot bunca sevilen bir kahraman olmuştur. Kitap boyunca okur, yaşlı şövalyeye artan sempatiyle bakar , çünkü Don Kişot, kimsenin onu korumadığı bir dünyada tek başınadır, savaş açtığı yanlışlıklar, yolsuzluklar ve ikiyüzlülük onun yenemeyeceği kadar büyüktür.

Don Kişot okuduğu şövalye romanslarının hayal dünyasında yaşar. Şövalyeler, romanlarda güzel prensesler uğruna dövüşür, Don Kişot’un hayatındaki kadınlar ise paragöz yosmalardır ancak, fakat onlara prensesler gibi davranmayı seçer. Romanların gerçek dünyayı taklit etmesi yerine, gerçeklik romanslara özeniyordur Don Kişot’un hayatında. Bir yandan da hayal dünyasının gerçek olduğunu savunmak uğruna savaş veriyordur. Uğruna ölmeye değer ideallerden uzak bir yaşam düşünemez. Etkisi altında kaldığı öykülerin hâlâ inanılacak yanları kaldığını ispatlamak ister sanki. Bunu sadece kendi için değil, kitabın sonlarına doğru, insanlık için yapması gerektiğini bile düşündürür okura.

Don Kişot’un ahlakında mutlak değerler önemlidir. Onun hissettiği duygu, bir şey uğruna cesaret değil, cesaret uğruna cesarettir. Ölümle tehdit edildiğinde bile Dulcinea’dan daha güzel biri olmadığını söyler, halbuki bu gerçek bir seçim bile değildir, Dulcinea’nın var olması gerekmez, kaldı ki gerçekten de yoktur öyle bir kadın. Aşk uğruna ölüm, doğal ölümden çok daha değerlidir. Âşık şövalye olmak fikri de, gerçek bir kadına hissedilen gerçek bir sevgiden daha değerlidir. Hayallerin dünyası gerçeklik dünyasından daha alımlı ve bağlayıcıdır çünkü ancak burada kahraman olunur.

Don Kişot için hiçbir şey pratikliği veya işe yararlılığı için tercih edilmez; yapılan her eylem, kendi iç güzelliği ve heyecanı için yapılır. Eylemin dışa dönük bir amacı yoktur, aynı aşk gibi, gerçek dünyada bir nesneye ya da bir kişiye bağlı olmadan, yüce bir amaca hizmet eder. Elbette bütün bunlardan amaçsız dolaşan bir adam portresi de çıkmamalıdır ortaya, çünkü Don Kişot hep önüne yüce amaçlar koyar ve onları aşmaya çalışır. Örneğin, XXII. bölümde istemedikleri bir yere götürülen bir takım zavallılarla karşılaşır, onun zavallı dediği adamlar boyunlarına geçirilmiş zincirle tespih taneleri gibi birbirlerine bağlanmış, elleri kelepçeli kürek mahkûmlarıdır. Onların kendi istekleriyle değil zorla götürülmeleri Don Kişot’un dikkatini çeker ve adamları durdurup suçlarını öğrenmeye çalışır: Hırsız, dolandırıcı, at hırsızı, pezevenk olmalarının onun için pek bir önemi yoktur; Don Kişot’un gözünde bu adamlar, suçlarından dolayı pişmandır, ayrıca istekleri dışında bir yere götürülüyorlardır; bu iki neden onları kurtarmayı istemesi için yeterlidir. Önce tatlılıkla gardiyanlara mahkûmları serbest bırakması için bir söylev çeker; tabii karşısındakiler onun ciddi mi şaka mı yaptığını bile anlamayınca gardiyanlara saldırıp mahkûmlara özgürlüklerini verir. Bunun karşılığında onlardan tek isteği Dulcinea’ya gidip kendilerini solgun yüzlü şövalyenin nasıl kurtardığını anlatmalarıdır. Bu arada mahkumlar şövalyemizin ne kadar zırdeli olduğunu anladıkları için, Sancho ile birlikte onu dövüp bırakırlar.

Bu öykünün sonunda Don Kişot kızgın bile değildir, aldatılmış olduğunu düşünmez, hâlâ onun gözünde kurtardığı adamlar kurtarılmaya değerdir. Bölüm sadece Don Kişot’un iyilik yaptığı insanlardan kötülük görmenin üzüntüsü içinde olduğunu söyleyerek biter.

Don Kişot gerçekten de inanılmaz bir kahramandır. Cervantes onun portresini büyük bir ustalıkla çizer, hatta Don Kişot’un kendi portresini çizmesine izin verir. Kitapta yine büyük bir incelikle anlatılan bir diğer karakter Sancho Panza, efendisinin aksine dünyevi biridir. Romanın iki başkahramanının zıtlıkları onların farklılıklarını daha iyi ortaya çıkarır. Sancho romanın sonunda Don Kişot’a ölmemesi için yalvarırken (genelde roman sonları söylenmez ama Don Kişot sonu için okunan bir roman olmadığı için, ayrıca herkes [kitabı hiç okumamışlar dahil] sonunu bildiği için, kendime bu seferlik izin veriyorum) onun kendisinin hayal gücü ve ışığı olduğunu ifade eder. Sancho’nun hayal dünyası ile bağlantısı Don Kişot’ tur, onun ölümüyle bu bağ kopacak, Sancho yeniden gerçekliğe ve sıradanlığa düşecektir.

*Asuman Kafaoğlu Büke - Yazın Sanatı

_____________

*"Don Kişotluk Nedir?"

Ahmet Midhat Efendi, Çengi adlı uzun hikayesinin başında, Cervantes'ten ve Don Kişot'tan söz eder. Çünkü bu hikayede o romanın bir paradisini yaptığı kanısındadır. Herhalde o sıralarda bu eser Türkiye'de pek bilinmemektedir ki, "havas indinde pek meşhur ve maruf olan Don Kişot'un avam nezdinde pek meçhul kalması..." gibi durumlardan söz eder ve tanıtmaya girişir. Ancak bu tanıtımı okuyunca, Efendi'nin kendisinin, tanıttığını ne kadar tanıdığı sorusu öncelik kazanır.

"Don Kişot ise okuyanları gülmekten kıvrandıracak olan tuhaflıkları... " gibi sözlerinden, Don Kişot'u sadece gülünç bir deli olarak görüp anladığı görülür. "Mecnun" diye söz eder.

Midhat Efendi'nin yerli Don Kişot'u, Saliha Molla diye tanınan cerbezeli bir kadının oğlu Daniş Çelebi'dir. Anasının kötü terbiyesinden ve başta okuduğu Muhayyelat-ı Aziz Efendi gibi kitaplardan ötürü cine periye inanır. Yazar ondan "cinneti'nin derece-i kemalini bulmuş olan bu budala" gibi sıfatlarla söz ettikçe, Don Kişot'u ne kadar iyi anladığını bizlere de sergilemiş olur. Bir noktaya geldikten sonra, paradi yaptığını da unutarak yoluna devam eder gider.

Şimdi, tabii, Cervantes'in bile romanını yazmaya başlarken kahramanının ne olacağı hakkında olgunlaşmış bir fikri olmadığı söylenebilir. Bir karakterin yazarını ikna edip değiştirdiği ender örneklerden biridir Don Kişot. Cervantes, komik olmasını tasarladığı hikayelerini yazdıkça bu kişisine acır, ama aynı zamanda onu takdir eder, bütün tuhaflıklarının gerisinde yatan ve el sürülemeyen idealizmine hayran olmaya başlar. Bu nedenle Don Kişot, yazılırken değişmiş bir romandır. Sonunda şövalye hayal dünyasından da uyanır ve dokunaklı bir veda konuşması ile gözyaşlan içinde onu uğudayan arkadaşlarından ve bu dünyadan ayrılır.

Cervantes, karakterinin sahip olduğu bu ciddi potansiyeli baştan anlamamış olabilir. Ama kitabı okuyanlar, okurken, dönüşümün farkına varıyorlar. Kitabın özellikle ikinci bölümündeki adamcağızın, başlangıçtaki gene iyi niyetli ama epey eksantrik şövalye taslağından çok farklı bir kişi olduğunu görmek o kadar da zor bir şey değil. Onun için belki Ahmed Midhat Efendi'nin de kitabın aslını ve sonuna kadar okumadığını düşünebiliriz. Böyle klasiklerin (Gulliver, Robinson Crusoe vb) bir talihsizlikleri vardır: Çok ün yaptıkları için çoğu kişi onları okumadan öğrenir ve biliyormuş gibi yapar. Ama belki de Midhat Efendi'nin tavrının başka bir nedeni olduğunu düşünebiliriz. Belki de kültürü, romanın ikinci yarısındaki dönüşümü anlamasına yardımcı olmuyordu. Don Kişot'un dünyaya iyilik yapmak için tehlikelere atılması ona her durumda komik bir "cinnet" gibi görünüyordu.

Bu Ahmed Midhat'ın kişisel kültüründen ibaret de olamaz. Belki, paylaştığı genel kültürün bir özelliğidir, söz konusu olan ... Dedikten soma, bizim genel yapımızda ve kültürümüzde "Don Kişot'luk" olup olmadığı sorusunu sorabiliriz.

Nedir Don Kişot'luk? Webster "idealist ve tamamen gayri pratik" demiş, İngilizce "quixotic" sıfatı için. Oxford, "yüce bir coşku ile hayali idealler kovalamak" diyor. Eski Larouse, komikliğinin yanı sıra idealizmini anlatmış uzun uzun. Sancho ile oluşturduğu kontrastı da vurgulamış ve bu iki kişinin İspanyol ruhunun iki cephesi olduğunu söylüyor. "Gülünç", "maskara", "mecnun", "budala" demiyorlar. Ama Türk Dil Kurumu'nun 1988 tarihli baskısında biraz farklı bir vurgu görüyoruz: "Gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışma durumu" denmiş ki, bunun Don Kişot'u iyi anlattığını, sanmıyorum. Aynı tanım MEB'in Türkçe Sözlük'ünde de var: "Gereksiz ve yersiz yiğitlik göstermeye kalkışma hali" denmiş.

Bunlara bakınca, ortada "kültürel" bir farklılık olabileceği düşüncesi pekişiyor. Çünkü, özellik bu değil; Don Kişot'un müdahaleleri "gereksiz" olduğu için değil, ya yanlış teşhise dayandığı ya da çözmeye çalıştığı şeyi o şekilde çözmesi mümkün olmadığı için "quixotic" sıfatıyla anılır.

Yel değirmenlerini dev sanması, bu klasik örnek, birincinin en bilinen hikayesidir. Don Kişot, çevresindeki kişileri ve nesneleri gerçekte olduğu gibi göremez, tanıyamaz. Yoksa, o kişiler ve nesneler onun sandığı şeyse, yaptığı şey "gereksiz" değildir.

Bir şövalyenin şatosu sanarak beklediği yerde görüp cin sandığı şarap ta/kımları, salıiden cinse, o da kendisine iyilik eden "şato sahibi"ne iyilik etmek için onlara saldırıyor.

İkinci olay tipine örnek, erken bir serüvenine bakabiliriz: Adamın biri bir çocuğu ağaca bağlamış dövmektedir. Don Kişot müdahale edince, pejmürde de olsa, silahlarından ürken adam ondan özür diler ve çocuğu çözer. Don Kişot adamı da bir şövalye sanır ve şövalye olan insanın yalan söylerneyeceğine inanır. Dolayısıyla ondan söz alıp yoluna devam eder, kendisi gidince çocuğun daha beter dayak yiyeceği aklına bile gelmez. Budur Don Kişot'u imkansız yapan paradoks.

Ama Türkçe sözlüklerin "gereksiz kahramanlık" demesi "symptomatic" ! Demek ki dayak yiyen çocuğu kurtarma girişimini "gereksiz" görüyorlar. Kaçırılanları kurtarma girişimini "gereksiz" görüyorlar. Sonuçta, galiba, Don Kişot'un başlıca davası olan, zulmü ve haksızlıkları önleme mücadelesini "gereksiz" görüyorlar.

Don Kişot'un suçu, gördüklerini yanlış yorumlaması, olaylara yanlış anlamlar yüklernesi değil, kendinden güçlü olan bir şeylere karşı "gereksiz kahramanlık" göstermeye kalkışması oluyor.

Evet, bizim kültürü m üzde neler var, "Don Kişot'luk" diyebileceğimiz?

Bence pek fazla bir şey yok. Kavramın bizim sözlüklerde tanımlanma biçimi de niçin olmadığına dair bir ipucu veriyor olabilir. "Don Kişot'luk" gereksiz bir şeyse, kimse yapmaz.

"Don Kişot'luk" , yanlış olduğunu düşündüğün bir olay karşısında, kendi başarı şansının ne olduğuna dair hesap yapmadan, müdahalenin sana verebileceği zararları düşünmeden, eyleme geçmek ve gördüğün bu haksızlığı önlemek üzere davranmaktır.

Böyle tanımlanınca, bu davranışın gösterileceği yer, öyle olması zorunlu olmasa da, daha çok politikanın yapıldığı alan gibi görünüyor. Ama özellikle de burada, Don Kişot'u akla getirecek davranışlar bulmak güç. Ta başından beri, özgürlük mücadelesi yapanların bir ayağı iktidarda. Adam sürgüne gönderilirken oğlu memuriyete alınıyor, Abdülhamid'in muhalifi diye bilinen adamın Yıldız'da "jurnal"leri bulunuyor. Galiba kimse işini bir tarafta sağlam kazığa bağlamadan adım atmıyor.

Bu bence iyi bir şey değil. Toplumlara nasıl bazı ütopyalar gerekliyse, bazı Don Kişotlar da gerekli. Don Kişot'un davranış biçiminin kendi içsel paradoksundan ötürü hiçbir zaman bir başarıyla sonuçlanmayacağını sanırım yeterince anlattım. Ama zaten sorun da burada. Sorun başarılı olmak değil; gereğinde başarılı olmayacağını bile bile davranmak.

Böyle bir çerçeve içinde baktığımda, yakın çevremizde tanıdığım ve hatırladığım tek Don Kişot'un Sinan Cemgil olduğunu söyleyebilirim. Sinan Cemgil, Nurhak Dağlan'na, muzaffer bir gerilla komutanı olarak ovalara dönmek için gitmemişti. Ovalara dönebilmesinin çok zayıf bir ihtimal olduğunu biliyordu. Ama bu toplumun kayıtsızlığından, her durumda sinip kalmasından çok usanmıştı. Bu ruh halini değiştirebilmek için kendini feda edecek birilerinin öne düşmesinin gerekli olduğunu düşünüyordu. O birilerinin arasında bulunmak üzere yola çıktı.

Bu Don Kişot'luğun sonuçlarının şakası yoktu, büyük bir ihtimalle. Öyle de oldu. Ama o yıllarda benzer yollar yürüyenlerin hepsi Sinan Cemgil'in "feda çıkışı"nı yapmak üzere yola çıkmamıştı. İktidar, birçoklarına, ulaşılabilir gibi görünüyordu. Tabii:, iktidarı ele geçirmesi beklenen gerilla örgütlerinin kendileri değildi. Onlar, ordudaki "Sol Kemalist'lerin darbeyi yapacağı ortamı hazırlayacaklardı. Belki buna da Don Kişot'luk denebilir - Don Kişot'un gördüğü kişileri yanlış yorumlaması, onlara gerçeklikle ilgisi olmayan roller biçmesi anlamında. Tabii her Don Kişot'luk davranışının bir "tehlikeyi göze alma" dozu içermesi gerekiyor, ama hepsinin de "tehlike"si bakımından yukarıda anlattığım olaydaki gibi ölüm-kalım derecesine varması gerekmiyor. Bir şeyini -örneğin, işini- kaybetmek gibi daha küçük çaplı felaketler de pekala söz konusu olabilir. Ama şimdi düşünüyorum, düşünüyorum, böyle şeyler de pek hatırlayamıyorum. Hatırladıklarım gene soldan, çeşitli muhalif çizgilerden gelenlerin yaptıkları. Örneğin hala hapiste olup olmadığını bile bilmediğim ilk "vicdanı: redci"miz zihnimdeki kalıba uyuyor; ama "müesses nizam"ın politika kadrolarında hiç böyle bir şey görmedim - kendi çıkarları, çıkarlarından öte, onurları zedelendiği zaman bile.

Don Kişot'un "gereksiz" kahramanlık yapan biri olması onun oldukça yanlış bir "okuması" ise, sadece gerçekliği yanlış gören ve anlamlandıran bir "meczup" , "budala" , "sersem" vb olması da o kadar eksik bir "okuma" .

Bir kere Cervantes, yarattıkça sevdiği bu kahramanını böyle "tektip" bir davranışa mahküm etmekten kaçınmıştır. Aklı başında birinin onu "meczup" gibi görmesini engellemesi gereken, birçok aklı başında söz söyletir ona. Aklı başında olmanın ötesinde, yüksek bir ahlak anlayışını, kimi zaman da, kendine özgü derinlikleri olan bir dünya görüşünü yansıtan sözlerle konuşur. Bazen böyle bir bölümle şövalyenin en saçma marifetlerini yaptığı bir bölümü hemen birbirine bitiştirdiği de olur. Bir başka bölümdeyse, Sancho onu kandırmak ve alelade üç köylü kızının Dulcinea ile arkadaşları olduğunu yutturmak zorunda kalır. Bütün çabalarına rağmen Don Kişot, bu kaba saba köylü kızlarını sadece kaba saha köylü kızları olarak görür ve dolayısıyla gene büyü etkisi altında olduğu için gerçekleri göremediğine inanır.

Bütün bu kontrastlarla, Cervantes, kahramanını düz bir komik karakterden farklı bir yere taşımaya çalışmıştır. Başarılı da olmuştur. Don Kişot dünya edebiyatının büyük ve karmaşık arketiplerinden biridir artık.

Onun için de, çokça yapıldığı gibi, bu karaktere yalnız komiklik görecek şekilde bakmak, bakanın kendi eksikliğini ortaya koyar. Yalnızca yaptığı yanlışları görmek ve dünyayı daha iyi bir dünya haline getirmek için içinde sürekli yaşattığı korkusuz özgecilliği ciddiye almamak, Sancho Panza'nın dahi içine yuvarlanmadığı bir hımbıllık çukuruna yu varlanmak demektir. Buradaki ternamızla doğrudan doğruya ilgisi olduğu söylenemez ama epey bir süre önce görüp bir hayli garipsediğim, dolayısıyla unutamadığım bir "Cervantes hikayesi" ile bitireyim bu yazıyı.

2003'ün Kasım'ında Murat Bardakçı çalıştığı gazetenin "Ramazan sayfası"nı hazırlarken bir gün de Cervantes'i anlatmıştı. Murat Bardakçı'yı tanıdığım için şimdi aktaracağım, yazısına konan başlığı onun kaleminin yazamayacağını biliyorum. Çok zaman bu işlere "sayfa sekreteri" gibi sıfatlarla andığımız kişiler karar veriyor; zaten Bardakçı'nın yazısında bu çağrışımı taşıyan herhangi bir söz yok.

Başlık şöyleydi: "Don Kişot yazarının sol elini bir Türk güllesi götürmüştü" ! Ne düşündürüyor? "Biz öyle Don Kişot yazarı falan dinlemeyiz! Götürürüz elini kolunu! " gibi bir çağrışım yapmıyor mu? "Helal olsun bize ! Onun elini de kopardık Allah'ıma! " türü bir şey.

Söz konusu gazete, bilinen her konuda "Türk ne yapmışsa iyi yapmıştır" diye özetlenebilecek bir tavır benimsediği için, böyle bir başlığı okuyunca ancak böyle çağrışımlar canlandırabiliyorum.

Her neyse, lnebahtı'da Leventlerimiz Cervantes'in sol elini "götür"ürken, Türk sağduyusu ve gerçekçiliğinin de Don Kişot'un ruhunun soyluluğunu götürdüğünü söylemek mümkün.

O koca karakterden geriye yalnızca bir "meczup" bırakmak için epey etkili bir "sağduyu güllesi" saHamak gerek.

* Murat Belge, Toplumsal Tarih, Sayı 133, Ocak 2005, s. 46-51

* "YK Yayınlarında yazar ve kitapla ilgili sayfa"

* "Don Kişot"        Dipnot Kitap, Kitapla ilgili çeşitli yazıların bulunduğu okur sayfası

*"İnebahtı Çolağı"        Pelin Özgür, K dergisi, Sayı: 8, sayfa: 30-33; 24 Kasım 2006
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>

Bağlantılar: "Don Quijote"
    Kitap ve yazarla ilgili İspanyolca Site

Yazar ve yapıtla ilgili bazı yayın ve dokümanlar facebook grubumuzun dosyalar bölümünde de yer almaktadır.