Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş Kör Baykuş Farsça adı "Bûf-e kûr" olan bu kısa roman(novela) İranlı yazar Sâdık Hidâyet tarafından 1936 yılında yazılmıştır. Yazarın başyapıtı olarak kabul edilmektedir. Kör Baykuş , Sâdık Hidâyet'in eski İran tarihinin metinlerini aslından okuyabilmek için Pehlevice öğrenmeye gittiği Hindistan`ın Bombay kentinde 1937 yılında basılmıştır. Kitaba İran'da satışının yasak olduğunu belirten bir not da eklenmiştir. Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçe`den sonra, çağdaş İran Edebiyatından ilk roman olarak Türkçeye 1977 yılında Behçet Necatigil tarafından çevrilmiştir. İlk olarak Varlık Yayınları tarafından basılmıştır. Şu anda ise YKY (Yapı Kredi Yayınları) tarafından aynı çeviriyle basılmaktadır. Ülkemizde ayrıca İran edebiyatı üzerine çalışmaları bulunan ve diğer bütün Sâdık Hidâyet kitaplarını çeviren Mehmet Kanar'ın çevirisi de bulunmaktadır. Bunun dışında farklı yayınevlerinde farklı çevirileri vardır.
Sâdık Hidâyet'in yakın dostlarından Bozorg Alevi'nin, Kör Baykuş`un Almanca'sına eklediği "Sonsöz"de kitap hakkında şunlar söylenmektedir:
"Kör Baykuş`un eylemi, olayları, zaman ve mekân dışında kalır. Olayları bölüşenler tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. Baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın "kahraman"ı, aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız, bayader ile kahramanın karısı kahpe de öyle. Normal zaman düzeninin kalkışı bununla bağlantılıdır; şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle kaynaşmıştır. Sebeple sonuç arasında bir nedensellik yoktur, onları birbirine masallardaki mantık bağlar. Ama buna rağmen olay, şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. Korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik, bu olay içine, öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir."

Sâdık Hidâyet - Hacıağa Hacıağa ... Sâdık Hidâyet’in Hacı Ağa adlı eserini ele alacağım. Eser dış görünüm bakımından basit bir dille yazılmıştır ve kolay okunan bir anlatıdır. Eser yirminci yüzyıl tarihinin önemli dönemleri üzerine kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında İran, iç ve dış dinamiklerinin birbirine karışarak toplumu sarstıkları bir dönemden geçmiştir.Rıza Şah, savaş öncesi ve başında Almanlara yakın politikalar izler. İngiltere ve SSCB buna karşı çıkarlar, Şah’tan, Alman ajanlarını ülkesinden atmasını isterler. Şah bu isteği karşılamayınca İngiliz ve Sovyet kuvvetleri İran topraklarına girer ve Şah’ı tahttan indirerek sürgüne gitmek zorunda bırakırlar. Bu değişiklikler İran’ın içyapısına totaliter bir yönetimden görece bir serbestlik ortamına geçiş olarak yansır. Hacı Ağa’nın arka düzlemi bu çetin dönemdir. Anlatının ilk bölümleri dış müdahele öncesinde, son bölümleri ise yeni dönemde geçer.”(2) “İlk bakışta Sâdık Hidâyet’in bir değişim sürecini incelediği, önceyi ve sonrayı karşılaştırdığı düşünülebilir. Ancak Sâdık Hidâyet daha çok değişmeyeni işlemiştir.”(3) Oğuz Demiralp’in bu yerinde incelemesi kitabı okuyanlar tarafından kabul görmüştür. Benim görüşüme göre Sâdık Hidâyet bu eserinde kendisine de yer vermiştir. Kitaptaki kahramanlardan Munâdilhakk ve bazı yerlerde başka karakterlerin kimliğinin altına bürümüştür kendisini. Gerçek hayatta söylemek isteyip de söyleyemediklerini kitabında ona söyletmiştir. “Bu memleket coğrafya haritasında bir hayız lekesi gibi duruyor. Havası yakıcı ve tozlu; toprağı pislik içinde; suyu kirli; temelden kokuşmuş ve hilkat garibesi olmuş. İnsanlar esrarkeş, trahomlu, kendini beğenmiş, kaderci; ölüye tapıyor. İlletli, müzevir, yağcı, casus, jiletçi ve basurlu”(4) bu yazıda Hidâyet’in aslında kendi halkından ne kadar nefret ettiğini de görmemiz mümkün. Halkının kaderciliğine boş inançlarına karşı bir tavır takınmaktadır. Yazını devamında ise halkına duyduğu öfke şöyle devam etmektedir. “Irkımızdaki bozukluk çocuğundan, gencinden, yaşlısından belli. Yaşadığımızı sanıyoruz, oysa hayatla dalga geçiyoruz. Bir eşek kadar bile kafamız çalışmıyor; hep kazığı yiyen biz oluyoruz ama kendimizi en akıllı varlık sanıyoruz. Mucizevî bir şekilde ortaya çıkacak ve canımıza okuyacak bir diktatör bekliyoruz hep. Yirmi yıldır Rıza Han’ın soytarıları tepemize bindiler. Artık sesimiz çıkmaz olmuş; aynı senaryoları tekrar oynatıyorlar. Kültürel, bilimsel ve sosyal hiçbir faaliyette aklımızı kullanmıyoruz. Sanatımız çanak çömlek yapmak, kurumlarımızı nuh nebiden kalma, felsefemiz şüpheler, hatalar üstüne tartışmak, yemeğimiz ciğer tava. Ne zevk var, ne sanat, ne de mutluluk. Hep hırsızlık, hep üçkâğıtçılık, hep ağıt yakma. Kokuşup parçalanıyoruz. Sufisiyle, dervişiyle, yaşlısıyla, genciyle, esnafıyla, dilencisiyle hepimiz para ve makamın büyüsüne kapılmışız; hem de en utanç verici ve çirkin şekliyle. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanların bir şeye veya bir hakikate bağlanması normaldir ama burada alçaklık ve rezalet diz boyu. Burası kaçakçıların, hırsızların cenneti, insanların zindanı. Bu vatan denilen kadını ne kadar allayıp pullayıp Alkapon’un kucağına atsalar da, yararı yok artık. Çünkü her taraftan kokuşmuşluk dökülüyor. Bugünkü yöneticilerimiz Şah Sultan Hüseyin döneminin yüzünü ağarttılar. Tarihte bu dönemin utancı zemzem ve Kevser bile yıkanamaz. Biz dünya denilen foseptik çukurunda yaşıyor, kurtlar gibi fakirlik, hastalık ve pislik içinde kıvranıyor, en iğrenç şekilde hayatta kalıyoruz. İşin komik yanı, en güzel şekilde yaşadığımızı sanıyoruz!” (5) Hidâyet burada kendi görüşlerini kitabın içindeki bir karaktere söyletiyor. Burada hayattan ne kadar bıktığını toplumuna karşı bakış açısını ve hayattan zevk almadığını dile getirmektedir. Bir bakıma rejime de bir başkaldırı sahnelemektedir. Kitabın bir başka bölümünde de Hacı Ağa ve onun gibi olanlara da birkaç şey söylüyor, onlardan ne kadar nefret ettiğini ve onları kendi gözünde neye benzettiğini anlatıyor. Bunu şu cümlelerden çıkarmak mümkündür: “Senin vücudun insanlığa edilen bir küfür. Şiirin anlamını bilmen de gerekmez; bilsen garip kaçardı zaten. Hayatında hiçbir zaman güzellik olmadı ve güzellik görmedin. Görsen de aklın ermez zaten. Güzel bir manzara seni asla cezp etmemiş; güzel bir yüz ve huzur verici bir musiki seni sarmamış; ahenkli bir söz, yüce bir fikir kalbine hiç tesir etmemiş. Sen sadece midenle belinden aşağısının esiri olmuşsun.”(6) Hacı Ağa adlı eserine genel anlamda bakmak gerekirse Sâdık Hidâyet’in yazdığı en iyi politik taşlamalardan biridir. İçinde bulunduğu topluma ve sisteme karşı olan duygularını çok sert biçimde açıklamaktadır. Hidâyet her ne kadar bu eserinde dine karşı bir insan olarak görünse de aslında dine karşı değil dini istismar edenlere karşıdır. Bunu Oğuz Demiralp şu cümlelerle açıklamıştır “Sâdık Hidâyet yorumcularının çoğu yazarımızın toplumunda gördüğü temel yanlışlığın İslamiyet ile ilişkisi olduğunu savlar. Kimi yorumcuya göre de “lahana kafalılar” dediği gerici mollaların dini istismar etmesine karşı çıkmaktadır. Yorumlar çeşitli olsa bile Hidâyet’in, kendi toplumunun İslam kimliğiyle kapsamlı bir tartışma yaşadığı ve bunun yapıtındaki ana damarlardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Yalnızca Hacı Ağa’da değil daha birçok öyküsünde, giderek Ömer Hayam üzerine incelemesinde de görülür bu iç yarasının kanamaları.
Sâdık Hidâyet’in toplumunun İslamiyet ile ilişkisine bakışı iki odakta toplanabilir bence. Birince odakta dinin istismar edildiği, halkın dinsel inanç ve alışkanlıklarının para ve erk elde etmek üzere birtakım şarlatanca sömürüldüğü, toplumsal düzene de bu tıynetteki kişilerin egemen olduğu tanısı vardır. Hacı Ağa anlatısı bu tanının bir ürünüdür. “Nefsini Öldüren Adam” öyküsündeki Şeyh Ebulfazl adlı din adamı da Hacı Ağa türündendir. Bir yandan çevresine “Zühd”ü öğretirken, öbür yandan insanları kandırarak her türlü rezilliği yapmaktadır. “Misyon” başlıklı öyküde ise Avrupa’ya katı İslamı yaymaya giden bir grup mollanın nasıl kısa sürede Batının parıltılı yaşamasına teslim oldukları, aslında dini yayma görevini Batıya kapağı atabilmek bir araç olarak kullandıkları görülür. Üzerinde durduğumuz bu odakta İslamiyet’in kendisi değil, kötüye kullanılması yerilmektedir.”(7) Sâdık Hidâyet’in bir ara Zerdüşt dinine ilgi duyduğu da söylenebilir. Hatta biraz daha ileri gidersek Hidâyet’in “Ateşperest” adlı öyküsünde Zerdüştlüğü İslamiyet’e karşı yüceltmeye çalıştığı görülebilir. “Dua” adlı öyküsü de Hidâyet’in Zerdüştlüğü ele aldığı bir başka öyküsüdür. Bu öyküsünde Zerdüştlüğü övmekten çok Zerdüştlüğün felsefesini anlatmaktadır. Belki de Hidâyet’in Ömer Hayyam üzerine bir eser çıkarmasının sebebi de kendisini ona benzetmesi olabilir. Yine Oğuz Demiralp’in kitabında geçen bir cümlede Ömer Hayyam’ı yaşadığı dönemin bir ayrık otu olarak görmesidir. Bu açıdan baktığımızda Hidâyet’te yaşadığı dönemin ayrık otudur.
Genel olarak konuyu toparlamak gerekirse Sâdık Hidâyet’in iki farklı tarzda öyküler yazdığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi Hacı Ağa gibi taşlamalar ve ikinci olarak da kör baykuş gibi fantastik hikâyelerdir. Modern İran Edebiyatı’nın kurucularından olan Hidâyet bu alanda çok önemli eserler bırakmıştır. Günümüzde hala kendi ülkesi tarafından tam olarak kabul görmemişse de edebiyat adına çok güzel eserler bırakmıştır.


Faydalanılan kaynaklar: Oğuz Demiralp, Kör Okur, Yapıkredi yayınları 2001
Mehmet Kanar, Hidâyetname, Yapıkredi Yayınları, 2005
Hacı Ağa, Çev. Mehmet Kanar, YKY, 1998
Dipnotlar:
1 Bozorg Alevî, “Sâdık Hidâyet’in Biyografyası”, Kör Baykuş içinde, Çeviren: Behçet Necatigil, Yapıkredi yayınları, 2001, s. 90
2 Oğuz Demiralp, Kör Okur, YKY 2001, s.11
3 Oğuz Demiralp, a.g.e., s.11
4 Haci Ağa, Çev. Mehmet Kanar, YKY, 1998 s. 72
5 a.g.e., s. 73
6 a.g.e., s. 88
7 Oğuz Demiralp, a.g.e., s. 22-23
Kaynak: İbrahim Soner Burgucu "Sâdık Hidâyet ve “Hacı Ağa” Romanı"
DOĞU EDEBİYATI (KÜLTÜR, SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ)
, YIL: 1, SAYI: 1, İLKBAHAR-YAZ 2007 S: 13-15

Sâdık Hidâyet - Aylak Köpek Sâdık Hidâyet - Aylak Köpek Aylak Köpek Orijinal adı Seg-i vilgerd olan Sâdık Hidâyet'in yedi hikâyesinden oluşan, ilk kez 1942 yılında Tahran'da basılan kitabıdır. Türkçeye Mehmet Kanar tarafından çevrilmiş ve YKY'nca basılmıştır. Öykülerde genel olarak bir karamsarlık hakimdir, mutluluğu bu dünyada bulmanın mümkün olmadığı ve intiharın tek kaçış yolu olduğu sık sık ele alınır. Öykülerden ilki Aylak Köpek adını taşır. Bu öyküde insan huylu bir köpeğin yazgısına razı biçimde yaşadığı hayatı anlatılır. Köpeğin karnını doyurma karşılığında, maruz kaldığı kötü ve olumsuz durumlar ve davranışlar anlatılır. ikinci öykü olan Kerec Don Juanı'ndaysa basit aşk romanlarının alay yollu iğnelenmesi söz konusudur. Çıkmaz adlı öyküde ise insanın hayatını eninde sonunda yazgının belirlediği anlatılır. öykünün başkişinin erkek arkadaşına ve arkadaşının oğluna duyduğu sevgiyi eşcinsel eğilim olarak yorumlamak olanaklıdır. Ancak bu belli belirsiz çizgiyi yapıtın tümüne mal etmek güç görünmektedir. Karanlık Oda adlı öykünün ise yazarın kendisini anlattığı pek çok uzman tarafından dile getirilmektedir. Öyküde bilinçli olarak yaşamdan eli ayağını çeken bir kişi vardır. Anlatıcı ona bir kentlerarası otobüste rastlar, arkadaş olurlar, evine giderler. Gürültülü çağdaş yaşamdan uzakta, doğanın nerdeyse bağrında bir köşededir bu ev. Sözkonusu kişi kendini toplumsal yaşantıdan bilinçli olarak yalıttığını anlatır. Evin içinde “odam” dediği yerde otururlar anlatıcıyle. Dışarıya tümüyle kapalı , yer tavan kırmızı ve bu rengin tonlarıyle boyanmış, döşenmiştir. Odayı aydınlatmak için kullanılan lamba da kırmızı ışık vermektedir. Öykünün kahramanı yaşamının büyük bölümünü burada geçirmekte ve büyük ölçüde sütle beslendiğini söylemektedir. Anlatıcı bu kişinin yaşamın güçlüklerinden kaçarak annesinin karnındaki cenin haline dönmek isteğiyle böyle hareket ettiğini düşünür. Anılan kişinin yüzüne de söyler. Yanıt olarak yalnızca alaycı bir bakışla karşılaşır. Adam durumunu başka türlü sunmuştur. “Kendi karanlığıma dalmak ve kendimi kendimde geliştirmek” için bu yaşama biçimini seçtiğini savlar. Sözkonusu karanlık ve suskunun yaşamının en değerli parçasını oluşturduğunu, bu karanlığın her canlı varlığın özünde bulunduğunu, ancak insanların hepsinin bu karanlıktan, bu yalnızlıktan kaçmaya çalıştıklarını, böylece kendi kendilerinden de kaçtıklarını anlatır. “Ölümün sesine kulaklarını kapatmayı, kişiliklerini yaşamın kargaşası, gürültü patırdısı içinde yok etmeye çalıştıklarını, sufilerin dediği gibi hakikatın ışığının içlerinde görünmesinden korktuklarını” söyler. Ertesi sabah anlatıcı kahramanımızı odasında ölü olarak bulur: ana karnındaki cenin gibi kıvrılmış, öylece kalmıştır. Taht-ı Ebu Nasr adlı öykü de prototip niteliktedir. İran’ın görkemli dönemlerinden birinde bir imparator bir fahişeye tutulur. Bu aşk uğruna herşeye evet diyecek denli yitirir kendini. Karısı onu bir zehir vererek yüzyıllarca sürecek bir uykuya yatırır. Birtakım kazıbilimciler sayesinde uyanır imparator. Aklında fahişe sevgilisi vardır. Onu aramaya çıkar ve bulur. Elbette bulduğu ona tıpatıp benzeyen bir kadındır. Bakın raslantıya: o da bir fahişedir. İmparator, vurulduğu kadının, sevgisinin değil zenginliğinin ardında olduğunu anlar. O an, yani gerçeğe aydığı an, yüzyıllardır tutkunun bir bütün olarak tuttuğu gövdesi çözülüp ayrışıverir. Katya ve Tecelli ise kitabın diğer iki güzel öyküsüdür.

Sâdık Hidâyet Biyografisi:
Sâdık Hidâyet 17 Şubat 1903 tarihinde Tahran'da dünyaya geldi ve bu kentteki Fransız Lisesi'nde eğitim gördü. 1925 yılında eğitimini sürdürmek amacıyla Avrupa'ya gitti. Bir süre diş hekimliğine ilgi duyduysa da mühendislik okumak için diş hekimliğinden vazgeçti. Fransa ve Belçika'da geçirdiği dört yılın ardından İran'a döndü ve kısa sürelerle çeşitli işlerde çalıştı. İlk hikâyelerini Paris'teyken yazdı. 1936'da Hindistan'a giderek Sanskritçe öğrendi. Buradayken Budizm'i inceledi ve Buda'nın kimi yazılarını Farsça'ya çevirdi. Sâdık Hidâyet sonunda tüm hayatını Batı Edebiyatı çalışmalarına ve İran tarihi ile folklorunu araştırmaya adadı. En çok, Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E.A. Poe ve Kafka'nın eserleriyle ilgilendi. Hidâyet birçok hikâye, kısa roman, iki tarihi dram, bir oyun, bir seyahatname ile bir dizi yergili komedi ve taslak kaleme aldı. Yazıları arasında ayrıca birçok edebiyat eleştirisi, İran folkloru ile ilgili araştırmalar ve Orta Farsça ile Fransızcadan yapılmış çeviriler yer alır. Sâdık Hidâyet, İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul edilir. Sonraki yıllarda, zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle, İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun su-i istimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Çevresine, özellikle de, çağdaşlarına yabancılaşan Hidâyet, son eseri Kafka'nın Mesajı'nda ancak ayrımcılık ve baskı sonucunda yaşanabilecek bir melankoli, umutsuzluk ve ölüm halinden bahseder.
Sâdık Hidâyet'in en tanınmış eseri 1937 yılında Bombay'da yayımlanan Kör Baykuş'tur. Beethoven ve Çaykovski dinlemeyi seven ve afyon tiryakiliği bilinen Sâdık Hidâyet, resimle de uğraşmıştır. Günümüze kalabilen resimleri Hassan Qa'emian tarafından bir araya getirildi. Kimileri bu eserlerde sanatsal bir değer bulmazken, kimilerine göre de bunlar geleceğin resimleridir.
Sâdık Hidâyet'in eserleri günümüzde Avrupa'daki politik İslamcı çevrelerden yoğun eleştiriler almaktadır ve birçok romanı (özellikle de Hacı Ağa) artık Fransa'daki kitapçılarda ve kütüphanelerde bulunamamaktadır. Kör Baykuş ve Hacı Ağa adlı romanları 2005 yılında düzenlenen 18. Uluslararası Tahran Kitap Fuarı'nda yasaklanmıştır. Kasım 2006 itibarıyla Sâdık Hidâyet'in tüm eserleri geniş çaplı bir tasfiye politikası kapsamında İran'da yasaklı durumdadır.
Ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır: "Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanıbaşında yerde duruyordu."
Yılmaz Güney`in de yattığı Père Lachaise (okunuşu: per laşez) mezarlığında gömülüdür. Sâdık Hidâyet

Yapıtları:
Öyküleri: Diri Gömülen (Zindeh be-gur) 1930; Moğol Gölgesi (Sayeh-ye Moghol) 1931; Üç Damla Kan (Seh qatreh khun) 1932; Alacakaranlık (Sayeh Rushan ), Aleviye Hanım (Alaviyeh Khanum), Bay Hav Hav (Vagh Vagh Sahab) 1933; Kör Baykuş (Bûf-i kûr) 1937; Aylak Köpek (Sag-e Velgard) 1942; Hacı Ağa (Haji Aqa) 1945; İslam kervanı (islam konvoyu) (karevane eslam);

Oyunları ve diğer yazıları: Sâsân Kızı Pervin (Parvin dokhtar-e Sasan) 1930; Mâzyâr (Maziyar) 1933; Isfahan: Cihan'ın Yarısı (Seyahatname; Esfahan nesf-e Jahan) 1931; Islak Yol Üzerinde (Seyahatname, yayınlanmamış) (Ru-ye Jadeh-ye Namnak) 1935; Hayyam'ın Terâneleri (İnceleme-araştırma; Rubaiyat-e Hakim Omar-el Khayyam) 1923 İnsan ve Hayvan (İnceleme-araştırma; Ensan va Hayvan) 1924 Ölüm (Deneme; Marg) 1927 Vejetaryenliğin Yararları (İnceleme-araştırma; Favayed-e Giyahkhari) 1957 Kafka'nın Mesajı 1948 (Deneme; Taranehha-ye Khayyam)

Yazar ve Yapıtları Hakkında Türkçede Yayınlanan Bazı Kitaplar:
*"Kör Okur: Sâdık Hidâyet Üzerine Kör Baykuş Merkezli Okuma Denemesi" Oğuz Demiralp (YKY)
*"Yazarın Gölgesi, Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un Yeniden Yazılışı", Rıza Beraheni- Haşim Hüsrevşahi- Saba Kırer, İnceleme, Kavis Kitap, Ağustos 2011,

Yazar ve kitapla ilgili yazılar:

* "'Kör Baykuş'un Gözü: Sâdık Hidâyet’in Kör Baykuş romanında görsellik'"        Hülya Soyşekerci, Çerçi Sanat, Sayı 6,

* "'Aylak Köpek'te Hidâyet Öykücülüğü"        Ulaş Başar Gezgin, Evrensel Kültür, 25.08.2017

* "Doğunun Baykuşu; Sâdık Hidâyet"        Kaan Murat Yanık, artfulliving

* "F.Kafka'dan S.Hidâyet'e-'Köy Hekimi'nden 'Kör Baykuş'a"   Şenay Eroğlu Aksoy, İnsanokur,

* "Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş"        Dipnot Kitap Klübünde Kitapla ilgili sayfa

*"Cellat da Suskundur Kurban da..."        Perihan Özcan,
       K dergisi, Sayı: 29, sayfa: 24-27; 20.04.2007
(Okumak için fotoğrafların üzerine tıklayınız>

Bağlantılar: "Hidâyet`in resim çalışmaları"
    (Farsça)